DOLAR 32,2190 0.13%
EURO 35,2213 0.2%
ALTIN 2.473,170,23
BITCOIN 21246936,28%
Mersin
20°

AÇIK

13:05

ÖĞLE'YE KALAN SÜRE


Yahya Kemal Beyatlı
771 okunma

Yahya Kemal Beyatlı

Baha Akıner Yahya Kemal Beyatlı'yı yazdı

ABONE OL
Kasım 2, 2023 13:25
Yahya Kemal Beyatlı
0

BEĞENDİM

ABONE OL

YAHYA KEMÂL BEYATLI

“Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!

Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.

Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul.

Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer…

Nice revnaklı şehirler görülür dünyada,

Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan.

Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rü’yada

Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan…”

Yahya Kemâl Beyatlı’nın ömrü boyunca tutkuyla sevdiği 2 aşkından biri olan İstanbul’u anlattığı, “Aziz İstanbul” şiiriyle başladım. Diğer aşkı mı kim? Rivayettir rivayet olmasına ama çok sevmiştir Yahya Kemâl, Nâzım’ın annesi Celile Hanım’ı. Çok sevmiştir ya; büyük aşk yaşamışlardır fakat bu aşk istedikleri gibi evlilikle sonuçlanmaz.

Bazı kaynaklara göre Nâzım Hikmet, bir gün Celile Hanım ile Yahya Kemâl’i evde samimi bir şekilde görünce çok öfkelenir ve Yahya Kemâl’in cebine “Öğretmenim olarak geldiğiniz bu evden babam olarak çıkamayacaksınız.” yazılı bir kâğıt bırakır.

İstanbul’a olan aşkı için ise bir dostu şöyle anlatır Yahya Kemâl’i: Yahya Kemâl’e çok kadın âşık olmuştu. Kız öğrencilerinden biri ona o kadar âşıktı ki, bir keresinde Küçüksu sırtlarında bir yemek davetinde (ki o gece Necip Fazıl ve başka şairler, arkadaşları ve eşleri ile gelmişlerdi) her şair kadeh kaldırıp sevdiği insana ithafen dizeler okudu. Sıra Yahya Kemâl’e geldiğinde güneş batmak üzereydi, Boğaz bütün ihtişamıyla göz kırpıyordu konuklara ve o kadehini yukarı kaldırdı. Birlikte geldiği kız öğrencisine birkaç dize okuyacak sandık; ama o “Kadehimi aziz İstanbul‘umun Sarayburnu’ndan batan akşam güneşinin şerefine kaldırıyorum!” dedi.

Dört aruzcuların biri, bir usta, Yahya Kemâl Beyatlı; 2 Aralık 1884’te, Makedonya’nın Üsküp şehrinde bulunan Rakofça Çiftliği’nde dünyaya gelir.

***

“Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum,

Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.

Kalbimde vardı Byron’u bedbaht eden melâl;

Gezdim o yaşta dağları, hulyâm içinde lâl…

Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını,

Duydum, akıncı cedlerimin ihtirâsını.

Her yaz, şimâle doğru asırlarca bir koşu;

Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu…

Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan,

Rü’yâma girdi her gece bir fâtihâne zan.

Hicretlerin bakıyyesi hicranlı duygular,

Mahzun hudutların ötesinden akan sular;

Gönlümde hep o zanla berâber çağıldadı,

Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı…

Bir gün dedim ki “İstemem artık ne yer, ne yâr!”

Çıktım sürekli gurbete, gezdim diyar diyar.

Gittim son diyâra ki; serhaddidir yerin,

Hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin…”

Ya coşturan dizeleri, mısra mısra okuyucunun yüreğine işleyen vatan sevgisi ve milliyetçiliği: Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik! Bin atlı; o gün, dev gibi bir orduyu yendik.

“Yaşamak zevki nedir bilmez ölümden korkan!

Gür bir imanla, damarlarda ateşten bir kan…

Birleşip böyle diyorlardı derin bir sesle,

Yeri fethetmek için gelmiş o Fatih nesle…

Böyle bir dersi alan ruha, vatan dar görünür.

Daima başka sefer, başka ufuklar görünür…

O nesil duymuş akın zevkini rüzgârda bile,

Bu duyuş varmış akınlardaki atlarda bile…

Bilmemiş, var mı geniş yeryüzünün serhaddi.

Yıkmış ufkunda durup karşı koyan her seddi…

Yeni bir ülkede yem vermek için atlarına,

Nice bin atlı kapılmıştı fetih rüzgârına…

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik!

Bin atlı; o gün, dev gibi bir orduyu yendik…

Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı “İlerle!”

Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle…

Şimşek gibi atıldık bir semte yedi koldan,

Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan…

Bir gün yine doludizgin atlarımızla,

Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla…

Cennette bu gün gülleri açmış görürüz de,

Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde…

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik!

Bin atlı; o gün, dev gibi bir orduyu yendik…”

***

Yahya Kemâl Beyatlı, Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en büyük temsilcilerinden biridir. Şiirleri, Divan Edebiyatı ile modern şiir arasında köprü görevi üstlenmiştir.

Türk Edebiyatı tarihi içinde; Tevfik Fikret, Mehmet Akif Ersoy ve Ahmet Haşim’le birlikte Dört Aruzcular olarak bildiğimiz Yahya Kemâl, sağlığında Türk edebiyatının baş aktörleri arasında kabul edilmiş ancak hiç kitap yayınlamamış bir şairdir.

İngiltere demek, nasıl başka şeyler yanında biraz da Shakespeare demekse. Almanya; Goethe ya da Schiller, Fransa; Victor Hugo veya Balzac, Rusya; Gogol, Dostoyevski, Puşkin demekse; Türkiye de biraz Yahya Kemâl Beyatlı demektir.

Bu bir; Türk duruşunun, Türk seslenişinin, bakışının, inanışının kutuplarından biri olan saygın bir karakterin, dile sır katan, kelimeleri büyülü bir denize dönüştüren güçlü bir şairin inandığı konularda tavizsiz bir düşünce adamının hikâyesidir. Bu bir Yahya Kemâl Beyatlı’nın hayatının hikâyesidir.

***

1884, Üsküp… Osmanlı tarihini, özellikle imparatorluğun çözülme dönemini bilenler için bu iki sözcük, çok şey anlatmaya yeter aslında. Meşrutiyet fırtınasının, Mithat Paşa’nın azli, tutuklanması ve ölümüyle sonlanışı, dağılmanın belgelendiği Berlin Kongresi’yle Bulgaristan’ın doğuşu ve imparatorluğun Avrupa’daki topraklarından geriye çekilişinin başlangıcı…

2 Aralık… Soğuk bir Üsküp akşamı… Dönemin Üsküp Belediye Başkanı İbrahim Naci Bey’in mütevazı ama sıcak evinde; eşi, ünlü divan şairi Leşkofçalı Galip’in yeğeni Nakiye Hanım’ın doğum sancıları sıklaşır. Ebe Hanım çağırılır. Sıcak sular hazırlanır doğum için. Gürbüz bir erkek çocuk doğar. Sağlıklıdır. O zamanki usûle göre doğumda Ahmed Agâh adını verirler.

Yahya Kemâl’in çocukluk hatıralarında belleğini süsleyen, daha da önemlisi, ‘evim’ diyebildiği ilk mekân olan konağa taşındığında henüz 4 yaşındaydı. Bu konağın Yahya Kemâl’i cezbeden yanı, babasının çalışma odasıydı. Odada camlı bir dolapta duran bir dizi kitap: Muallim Naci, Recaizade Mahmut Ekrem’in eserleri, Naima Tarihi, Evliya Çelebi Seyahatnamesi.

Yahya Kemâl; okumaya öyle istekliydi ki, daha 5 yaşına gelmeden okula kaydı yapıldı. Bu klasik mahalle mektebine 3 yıl gitti Yahya Kemâl. Ama kısa Kuran surelerinin toplandığı ve okula yeni başlayan çocuklara ezberletilen kitapçıktan öte bir şey öğrenmeden okuldan ayrıldı. Mareşal Ahmet Eyüp Paşa’nın açtırdığı Özel Mekteb-i Edeb’e yazıldı. Yahya Kemâl’e “Şarktan garba geçmiş gibi oldum!” dedirten değişikliktir bu.

Mutlu bir çocuktu Yahya Kemâl. Annesi ve babası ile kardeşleri Reşat ve Rukiye ile evlerinde bir sevgi ortamı vardı. Ama çok geçmeden, Türk – Yunan Savaşı ile ailenin düzeni bozuldu. Üsküp eskisi kadar güvenli değildi artık. Dağılma sürecine giren Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopacak ilk yer olarak bakılıyordu Üsküp’e. Bulgarlar, Yunanlar, Sırplar, Arnavutlar tetikteydi. İbrahim Naci Bey Selanik’e taşınmak istedi. Nakiye Hanım bir süre direndiyse de kabul etmek zorunda kaldı.

1897 yılında ailecek Selanik’e yerleştiler. Yahya Kemâl okula yazıldı. Arada bir Üsküp’e dönüp dergâhlara devam etti. Ertesi yıl, 1898’de annesinin veremden ölümü onu çok etkiledi.

Babasının tekrar evlenmesi üzerine ailesinin yanından ayrılıp Üsküp’e gittiyse de kısa süre sonra Selanik’e geri döndü. Bu arada şiire merakı başlamış, ‘Esrar’ takma adı ile şiirler yazmaya başlamıştı. Orta öğrenimine devam etmek üzere 1902 yılında İstanbul’a gönderildi. Vefa Lisesi’ne kaydoldu. Ve annesinin bir akrabasının yanına, Besim Ömer Paşa’nın konağına yerleşti. Ardından Paşa’nın yeğeni İbrahim Bey’in Sarıyer’deki konağına taşındı.

13 yaşından itibaren ara ara şiir yazıyordu ama gerçek anlamda yazmaya, işte bu Sarıyer’deki konakta başladı. Devir, Servet-i Fünun devriydi. Herkes gibi Yahya Kemâl de, Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin’den etkileniyordu. Hatta bu ilgisini şöyle açıklayacaktı bir konuşmasında: Kendi neslimin bütün çocukları üzerinde olduğu gibi ruhumda, ahlâkımda, zevkimde, lisanımda, sanatımda en büyük tesiri Tevfik Fikret icra etmiştir.

Sonraki yıllarda Servet-i Fünun’u; dil, sözcük topluluğu, gramer ve hatta söz dizimi bakımından ‘Türkçeden uzaklaşmış, yapma bir dil, tatlı su lehçesi’ olarak niteleyecekti. Ama o yıllarda, Servet-i Fünun aydınlar katında revaçtaydı.

Paris’e karşı özel bir ilgisi, alâkası vardı Yahya Kemâl’in. Okuduğu Fransız romanlarının etkisi ve Jön Türklere duyduğu ilginin etkisiyle 1903 yılının Temmuz ayında; 2. Abdülhamit baskısı altındaki İstanbul’dan, limana yolcu indiren bir Fransız gemisine gizlice binip, Paris’e kaçtı. Bu kaçışının ardında da Tevfik Fikret’in şiiri ve Servet-i Fünun edebiyatı vardı. Bu edebiyatın arka plânındaki Avrupa dünyası ve görüşü, tüm Türk aydınları gibi onu da Paris’e çekiyordu.

Paris, o dönemin tüm aydınları için bir cazibe merkeziydi. Yahya Kemâl de bu genç aydınlardan biri olarak, erken yaşta bu cazibeye kapıldı ve başka kimsenin kolay kolay cesaret edemeyeceği bir maceraya atılıp Paris’e kaçtı. Paris hayatı onun bir hayli uzağındaydı. Yok seviyesindeki parası birkaç günde tükendi ve kelimenin tam anlamıyla sefil oldu. Ta ki babasından; onu affettiğini bildiren mektupla birlikte, bir miktar para gelene kadar. Ferahlayınca, önce ne yaptıklarını merak ettiği Jön Türkleri bulmakla başladı Fransa keşfine.

Hiç dil bilmeden gittiği bu kentte hızlı bir şekilde Fransızca öğrendi. 1904 yılında Sorbonne Üniversitesi’nin Siyaset Bilimi Bölümü’ne kaydoldu. Okulda ders veren tarihçi Albert Sorel’den etkilendi. Cemiyetin öncülerinden Ahmet Rıza Bey’in evinde; Abdullah Cevdet, Hüseyin Siret, Doktor Nazım, Samipaşazade Sezai, Prens Sabahattin ve dostluğunu hayatının sonuna kadar sürdüreceği Doktor Nihat Reşat ile tanıştı. Osmanlı başkentine gürültüleri hayli yüksek perdeden yansısa da, bu insanların çağın güçlü akımı milliyetçiliğin farkında olmadıklarını görünce uzaklaştı Yahya Kemâl.

Jön Türkler; imparatorluğun başına ne geleceğinden habersiz, Abdülhamid’i tahttan indirmekle sorunların çözüleceğini sanıyordu. Abdullah Cevdet’in yol göstermesiyle, Fransızca öğreneceği yatılı bir okula kayıt yaptırdı. Ertesi yıl, 1912’ye kadar ara ara oturacağı Latin mahallesine yerleşti. Ve siyasal bilgiler eğitimi görmek için bir okula yazıldı.

Başta Albert Sorell olmak üzere, uluslararası ün sahibi pek çok hocanın öğrencisiydi artık. Sorell’in, özellikle ev sohbetlerinde tarih içinde Fransız ulusunu araştırma çalışması üzerine anlattıkları, Yahya Kemâl’i fazlasıyla etkiledi. Türklüğün, özellikle Anadolu’daki varlığıyla Türk ulusunun tarih içinde araştırılması gerektiğine iyiden iyiye inanmaya başlamıştı.

“1000 yılda Fransız toprağı, Fransız ulusunu yarattı” sözüyle heyecanlanmış, Anadolu toprağının da geçen 900 yılda Türk insanının maddi ve manevi dünyasını nasıl yoğurduğunu araştırmaya yönelmişti. Ancak bundan önce okulun ilk yılında bir ara sosyalist fikirlerinin etkisinde kaldı. Sonrasında şöyle aktaracaktı o günleri: 1904; Paris’te kiliseye karşı tepkilerin arttığı, sosyalist cereyanın sert bir rüzgâr gibi estiği bir seneydi. Mitinglere ve nümayişlere karışıyordum. Sokaklarda Internationale’i dinlerken kalbim geniş bir insanlık sevgisiyle doluyor, gözlerim yaşarıyordu. İhtilâlcilik hevesim arta arta, sonunda anarşist Jean Grave’in müfrit bir bağımlısı haline geldim.

Yahya Kemâl’in solculuk tutkusu uzun sürmedi. Fransız halkında da heyecanın kaybolduğunu gördü ve hızla gerçek Paris’i tanımaya yöneldi. Tiyatrolar, konferanslar, sergiler ve eğlence hayatı.

Babasının ticari işlerine yardımcı olma bahanesiyle arada Londra’ya gidiyor, İsviçre’ye geçiyordu. Ama karar kıldığı yer, Paris’ti. Babasına Sorbonne Üniversitesi’nin Edebiyat bölümüne kaydolmayı istediğini yazdı.

Charles Baudelaire ve Paul Verlaine hayranıydı bu dönem. Baudelaire’den öyle etkileniyordu ki, “Üzerimde uzun bir süre sıtma gibi kaldı.” diyecekti ileride. Ama Baudelaire’in tercümesinden, Edgar Allan Poe’yu tanıyınca da aynı şiddetle sarsıldı. Yahya Kemâl’in Fransız şiirini tanıması, klasik Türk şiirini de daha iyi tanımasını sağladı.

“Başka yıldızlarda bir hayat imiş o / His ve haz yüklü bir hayat imiş o” diye nitelediği Paris günleri, 1912’de sona erdi. İstanbul’a döndü ve ünlendi. “Döndü ve ünlendi!” demek şaşırtıcı olsa da bu ifade o kadar doğruydu ki! Şiirleri, basılmadan dilden dile dolaşıyordu. Şiirde ‘yeni ses’ olduğuna inanılıyordu. Refik Halit ile Yakup Kadri ile arkadaştı artık. Ziya Gökalp ile tartışıyordu. Gökalp’in bir sohbet sırasında, “Harabisin, harabati değilsin. Gözün mazidedir, ati değilsin!” diye takılmasına verdiği cevap, Yahya Kemâl’in düşünce dünyasının özetiydi aslında: Ne harabi, ne harabatiyim. Kökü mazide olan atiyim!

***

Türkiye’nin 1. Dünya Savaşı’na girmesiyle, herkes gibi Yahya Kemâl’in de hayat çizgisi değişti. Günleri şiir yazarak, dost sohbetlerinde, Darüşşafaka’da veya Darülfünun’da hocalık yaparak geçiyordu. Savaşta, ibrenin Osmanlı İmparatorluğu’nun aleyhine dönmesiyle hayatı alt üst oldu. Üzüntüyle yazdığı “1918” şiirinde; “Ölenler öldü, kalanlarla muzdarip kaldık / Vatanda hor görülen bir cemaatiz artık!” diye haykıracaktı adeta:

1918

Ölenler öldü, kalanlarla muzdarip kaldık.

Vatanda hor görülen bir cemaatiz artık.

Ölenler en sonu kurtuldular bu dağdağadan.

Ve göz kapaklarının arkasında eski vatan…

Bizim diyar olarak kaldı tâ kıyamete dek.

Kalanlar ortada genç, ihtiyar, kadın, erkek.

Harap olup yaşıyor taliin azabıyla,

Vatanda düşmanı seyretmek ızdırabıyla…

Vatanda korkulu rüyâ içindeyiz, gerçek.

Fakat bu çok süremez, mutlaka şafak sökecek.

Ateş ve kanla siler, bir gün, ordumuz lekeyi.

Bu; insanoğluna bir şeyn olan Mütarekeyi…

Bu halk o gün kavuşur annemiz güzel vatana,

Çocuklarıyla nasıl sarmaşırsa yaslı ana.

O sarmaşıyla yaşar hür ve bahtiyâr ancak,

Bu gamlı günleri hiçbir zaman unutmayacak…”

***

Yahya Kemâl; “Siste Söyleniş” adlı şiirinde, sefalet ve kayıtsızlık içinde çalkanan İstanbul’u ve aynı zamanda yıkılış halinde olan bir toplumu tasvir etmiştir. Şiirde; İstanbul’un adı geçmese de, şair çizdiği tablo ile sisler içinde kalmış şehri anlatmıştır. Bir İstanbul sevdalısıdır Yahya Kemâl. Ve zaman zaman adını geçirmese de; gönlündeki, kalbindeki, düşüncesindeki odur:

SİSTE SÖYLENİŞ

Birden kapandı birbiri ardınca perdeler.

Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye nerdeler?

Som zümrüt ortasında, muzaffer, akıp giden;

Firûze nehri nerde, bugün saklıdır, neden?

Benzetmek olmasın sana dünyâda bir yeri;

Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri…

Bir devri lânetiyle boğan şâirin Sis’i,

Vicdan ve rûh elemlerinin en zehirlisi…

Hülyâma bir eza gibi aksetti bir daha;

-Örtün! Müebbeden uyu! Ey şehr! -O beddua…

Hayır! Bu hâl uzun süremez, sen yakındasın;

Hâlâ dağılmayan bu sisin arkasındasın…

Sıyrıl, beyaz karanlık içinden, parıl parıl

Berraklığında bilme nedir hafta, ay ve yıl…

Hüznün, ferahlığın bizim olsun kışın, yazın,

Hiç bir zaman kader bizi senden ayırmasın…”

***

Milli Mücadele döneminde sadece şiir yazmakla kalmadı Yahya Kemâl. Ulusal direnişe, makaleleriyle de destek oldu. Adını duyduğu ilk günden itibaren Mustafa Kemâl’in safında yer aldı. Orduya Enver Paşa değil de Mustafa Kemâl kumanda etse savaşın kaybedilmeyeceği kanısındaydı.

1922’de ufkun aydınlanmak üzere olduğu hissi güçlendi. 10 Eylül’de Bursa işgalden kurtulup da Ankara’ya dönerken Mustafa Kemâl’le birlikteydi.

Söz söyleme sanatındaki ustalığı ve ince üslubuyla, siyasi çevrelerin dikkatini çeken Beyatlı, 1922 senesinde başlayan Lozan Antlaşması görüşmelerine gönderilen kurulda danışman olarak yer aldı. Lozan’a giden, ‘Şair Yahya Kemâl’ değil, Fransızcaya ana dili kadar hâkim, üstelik siyaset bilimi okumuş ‘Diplomat Yahya Kemâl’di. Ardından milletvekili oldu. Sonra Polonya, İspanya, Pakistan elçilikleri… Ve tabii şiir… Varşova elçiliği Kar Musikileri’ni ve Açık Deniz’i doğurdu. Madrid, Endüsülüs’te Raks’ı:

ENDÜLÜS’TE RAKS

Zil, şal ve gül… Bu bahçede raksın bütün hızı.

Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı…

Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir.

İspanya neş’esiyle bu akşam bu zildedir…

Yelpaze çevrilir gibi birden dönüşleri,

İşveyle devriliş, saçılış, örtünüşleri…

Her rengi istemez gözümüz şimdi aldadır;

İspanya dalga dalga, bu akşam bu şaldadır…

Alnında halka halkadır âşüfte kâkülü,

Göğsünde yosma Gırnata’nın en güzel gülü…

Altın kadeh her elde, güneş her gönüldedir

İspanya varlığıyla bu akşam bu güldedir…

Raks ortasında bir durup oynar, yürür gibi;

Bir baş çevirmesiyle bakar öldürür gibi…

Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü, sürmeli.

Şeytan diyor ki; sarmalı, yüz kere öpmeli…

Gözler kamaştıran şala, meftun eden güle,

Her kalbi dolduran zile, her sineden: “Ole!”

Yahya Kemâl, Ümit Yaşar Oğuzcan’la beraber Türk Sanat Müziği’ne en çok söz veren şairlerdendir. Yahya Kemâl – Münir Nurettin Selçuk birlikteliği ise sanat müziğine altın çağını yaşatmıştır. Endülüs’te Raks ise şairin diğer eserlerinden oldukça farklıdır. İspanya izlenimlerini aktardığı bu şiirini ancak Münir Nurettin’in bestelemesinden sonra halka sunmuştur. Yani şiir, şarkı haline gelince paylaşılmıştır. Bu da az yazan şairin Münir Nurettin’le olan dostluğunu anlamaya yeten bir örnektir.

KAR MUSİKİLERİ

Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu.

Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.

Bir kuytu manastırda duâlar gibi gamlı,

Yüzlerce ağızdan koro hâlinde devamlı…

Bir erganun âhengi yayılmakta derinden,

Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden.

Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta;

Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta…

Birdenbire mes’ûdum işitmek hevesiyle,

Gönlüm dolu İstanbul’un en özlü sesiyle!

Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık,

Uykumda bütün bir gece körfezdeyim artık…

***

Yahya Kemâl; İstanbul’u o kadar çok severdi ki, milletvekilliği yaptığı dönemlerde Ankara’da kaldığında hep bu özlemini dile getirirdi. Bir Ankara dönüşü kendisine sorulan; “Üstat, Ankara’nın en çok neyini seviyorsunuz?” sorusuna, “İstanbul’a dönüşünü seviyorum!” diyerek İstanbul sevdasını bir kez daha dile getirmiştir.

1934’te bir kere daha milletvekili oldu. İstanbul’da Park Otel’de bir odaya yerleşti. Adresi orasıydı artık. Burada Geçmiş Yaz, Deniz Türküsü, Rindlerin Hayatı’nı yazdı.

DENİZ TÜRKÜSÜ

Dolu rüzgârla çıkıp ufka giden yelkenli!

Gidişin seçtiğin akşam saatinden belli.

Ömrünün geçtiği sahilden uzaklaştıkça

Ve hayalinde dolan âleme yaklaştıkça…

Dalga kıvrımları ardında büyür tenhalık.

Başka bir çerçevedir; gitgide, dünya artık.

Daldığın mihveri; gittikçe, sarar başka ziyâ.

Mavidir her taraf; üstün gece, altın derya…

Çıktığın yolda bugün yelken açık, yapayalnız;

Gözlerin arkaya çevrilmeyerek, pervasız!

Yürü! Hür maviliğin bittiği son hadde kadar,

İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar…

1944’te ise Rindlerin Ölümü’nü:

RİNDLERİN ÖLÜMÜ

Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış;

Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.

Gece; bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış,

Eski Şiraz’ı hayal ettiren ahengiyle…

Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;

Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.

Ve serin serviler altında kalan kabrinde;

Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter…

***

Ve aşk… Bir bakıma şıpsevdiydi Yahya Kemâl. Görürdü, severdi. Coşkuyla, heyecanla; üstelik kendini âşık sanarak. Kiminde büyü, sevdiği kadının konuşmasını duyduğunda bozulur; kiminde ayak uyduramayacağını gördüğünde geçerdi. Ama hayatı boyunca bir kez gerçek anlamda Celile Hanım’a âşık oldu. Yahya Kemâl’in “Canan aramızda bir adımdı.” diyerek andığı, Nâzım Hikmet’in annesiydi Celile Hanım. Vuslat’ı Celile Hanım’a yazmıştı:

VUSLAT

Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar,

Ömrün bütün ikbalini vuslatta duyanlar.

Bir hazzı tükenmez gece sanmakla zamanı,

Görmezler ufuklarda şafak söktüğü anı…

Gördükleri rü’ya, ezeli bahçedir aşka;

Her mevsimi bir yaz ve esen rüzgârı başka.

Bülbülden o eğlencede feryad işitilmez,

Gül solmayı, mehtap azalıp bitmeği bilmez…

Bir ruh, o derin bahçede bir defa yaşarsa,

Boynunda onun kolları, koynunda o varsa,

Dalmışsa onun saçlarının rayihasiyle,

Sevmekteki efsunu duyar her nefesiyle…

Yıldızları, boydan boya doğmuş gibi, varlık.

Bir mucize halinde o gözlerdendir artık.

Kanmaz, en uzun buseye, öptükçe susuzdur.

Zirâ; susatan zevk, o dudaklardaki tuzdur…

İnsan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan.

Bir sır gibidir azçok ilah olduğumuzdan.

Onlar ki bu güller tutuşan bahçededirler.

Bir gün nereden hangi tesadüfle gelirler?

Aşk onları sevk ettiği günlerde, kaderden;

Rüzgâr gibi bir şevk alır, oldukları yerden.

Geldikleri yol, ömrün ışıktan yoludur o!

Âlemde bir akşam, ne semâvi koşudur o!

Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar,

Varlıkta bütün zevki o cennette duyanlar;

Dünyayı unutmuş bulunurken o sularda,

-Zalim saat ihmal edilen vakti çalar da-

Bir an uyanırlarsa leziz uykulardan,

Baştanbaşa, her yer kesilir kapkara, zindan.

Bir faciadır böyle bir âlemde uyanmak;

Günden güne, hicranla bunalmış gibi, yanmak…

Ey tali! Ölümden ne beterdir bu karanlık!

Ey aşk! O gönüller sana mal oldular artık!

Ey vuslat! O âşıkları efsununa ram et!

Ey tatlı ve ulvi gece! Yıllarca devam et!

***

Celile Hanım ile birlikteliği ne kadar arzu ediyorsa, bir o kadar da ürküyordu Yahya Kemâl. Dedikodudan çekiniyor, kınanacağını düşünüyor, sevgilisine alıştığı hayatı sürdürecek imkânı sağlayamayacağından korkuyordu. Sonuçta kaçarcasına uzaklaştı Celile Hanım’dan. Hem de tesadüfi birkaç karşılaşmanın dışında, bir daha aynı ortamda bulunmamak üzere. Ama her rastladığında yüreğinin kabaracağını bilerek.

Yahya Kemâl ile Celile Hanım’ın; Heybeliada’da geçen aşkı… Celile Hanım; olağanüstü güzelliğiyle ün salmış, piyano çalan, resim yapan bir sanatçıdır. Oğlu genç Nâzım Hikmet’in tüm feryadına rağmen eşinden boşanmıştır. Dedesinin himayesine verilen Nâzım, Heybeliada’daki eski adı Mekteb-i Bahriye-i Şahane olan Deniz Harp Okulu’na gönderilir.

Bahriye’de; Tarih öğretmeni, ünlü şair Yahya Kemâl Beyatlı’dır. Nâzım öğretmenine hayrandır ve yazdığı şiirleri ona vermektedir. Nâzım’ın yeteneğini keşfeden Yahya Kemâl, evlerinde ona ders vermeye başlar. Dersten sonra da, Celile Hanım’la sanat ve edebiyat hakkında uzun sohbetler yapmaktadır. Aralarındaki yakınlık giderek artar ve sonunda aşka dönüşür. Genç Nâzım da, tabi ki annesine âşıktır. Hatta bir söyleşisinde şöyle der annesi için: Annem, âşık olduğum ilk kadındır. O zaman adet olduğu üzere, evlenirken önce onu gelinlik ve duvağıyla bir odaya oturtmuşlar, misafirler ona baksın diye… Ona bir bakanlar güzelliğine hayran oluyor; bir insanın bu kadar güzel olabileceğine inanamadıklarından, duvağını kaldırıp kaldırıp bakıyorlarmış. Anam Paris’te eğitim almış, ama İstanbul’un bütün âdetlerine de böyle riayet edermiş. Mavi gözleri vardı annemin, teni de öyle olağanüstüydü ki!

Celile, Yahya aşkı 1916’dan 1919’a kadar üç yıl sürer. 1918 yılında, aşk dedikodularını duyan Nâzım’ın öfkeyle kendisini aradığını öğrenen Yahya Kemâl, hemen evini değiştirir ve adresini de uzun süre en yakınlarından bile gizler. Nâzım; “Türk şiirine yeni poetik bir dil ve anlayış getiren büyük şair, anneme âşık olmuşsunuz. Lakin biliniz ki, muallimim olarak girdiğiniz eve asla babam olarak giremeyeceksiniz.” diye bir not yollar Yahya Kemâl’e.

Bu aşk Yahya Kemâl’e esin kaynağı olur. Celile Hanım’a atfen Vüslat, Telakki, Erenköy’de Bahar, Eski Mektup şiirlerini yazar. Celile Hanım’ın vapurla Adadan evine dönerken duyduğu ayrılık acısını, ”Sessiz Gemi” şiirinde şöyle anlatır:

SESSİZ GEMİ

Artık demir almak günü gelmişse zamandan,

Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol,

Sallanmaz o kalkışta; ne mendil, ne de bir kol…

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,

Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.

Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!

Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;

Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler.

Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden;

Birçok seneler geçti, dönen yok seferinden…

Yahya Kemâl’in “Sessiz Gemi” şiiri, hep ‘Ölüme yazılmış bir şiir olarak’ bilinir. Oysa ‘Demir alıp bu limandan kalkan gemi’ Yahya Kemâl’in, hayatındaki en büyük aşkı olan Celile’sinin, Ada’dan gemiyle İstanbul’a doğru uzaklaşırken yaşadığı çaresizliği anlatır. Ölümdür elbette Sessiz Gemi’nin konusu ama aşkta aranan ölümdür ve Celile’nin ardından Ada limanında bakakalan Yahya Kemâl’in acılarını anlatır aslında.

En çok bilinen şiirlerinden birisi ise; bir gece kayıkla Celile Hanım’ın evinin önünden geçerken, evden yükselen kahkahaları duyunca kaleme almıştır:

BENDİM GEÇEN EY SEVGİLİ

Dün kahkahalar yükseliyorken evinizden,

Bendim geçen, ey sevgili, sandalla denizden!

Gönlümle, uzaklarda bütün bir gece sizden;

Bendim geçen, ey sevgili, sandalla denizden!

Dün bezminizin bir ezelî neş’esi vardı,

Saz sesleri tâ fecre kadar Körfez’i sardı.

Vaktâki sular şarkılar inlerken ağardı.

Bendim geçen, ey sevgili, sandalla denizden!

Celile Hanım bu aşk bittikten sonra ikinci defa evlenir, ama Yahya Kemâl ömrünün sonuna kadar evlenmez.

Aradan yıllar geçmiş ve artık her ikisi de yaşlanmıştır. 1950 yılında, Nâzım hapishanede ölüm orucuna başlayınca; Türkiye’den, Avrupa’dan, Amerika’dan, Sovyetler Birliği’nden sanatçılar onun özgür bırakılması için yoğun çaba sarf ederler. Artık gözleri görmeyen Celile Hanım da; elinde ‘Oğlumu kurtarın’ pankartıyla Galata Köprüsü’nde imza toplayıp, oğlu gibi ölüm orucuna başlar. Tam bu günlerde Galata Köprüsü’nden geçen Yahya Kemâl, Celile Hanım’ı görmezden gelir ve hızla oradan uzaklaşır. Yani Adada romantik şekilde başlayan aşk, Galata Köprüsü’nde artık tamamen sona ermiştir.

***

Yahya Kemâl’in çoğu şiirlerinde yer alan Rind; içi sevgi dolu, anlayışlı, müsamahalı ve günahkâr olsa da dindar, kendisini Tanrı’ya yakın hisseden bir insandır. Rind aslında, dünyanın maddî şartlarına uymayan bir ruh adamıdır. İçindeki aşk, güzellik ve yücelik duygusu, onu alelâde insanlardan ayırır. Batılı bir tip olan bohem, hayatın dış görünüşüne, paraya, mevkiye değer vermeyişi, içkiyi sevmesi itibarıyla rinde benzer. Ancak Şark’ın yetiştirdiği bir insan tipi olan rindde, bunları aşan derin bir taraf vardır. Kendisi de bir rind olan Yahya Kemâl, rindin bu özelliğini “Her rind, bu bezmin nedir encâmı bilir.” dizesiyle dile getirir.

***

Sevgiler, hayâl kırıklıkları, edebi, siyasi didişmeler. Yorulmuştu artık Yahya Kemâl. Hastaydı bir yandan. 30’lu yaşlarda başlamıştı rahatsızlıkları ve 60’lı yaşlarında vücudunun çeşitli yerlerinde kanamalara dönüşmüştü. Süleymaniye’de Bayram Sabah’”nın, Hayâl Şehri’nin şairi, ‘Dönülmez akşamın ufkunda’ olduğunu düşünüyordu artık:

“Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç;

Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç!

Cihana bir daha gelmek hayâl edilse bile,

Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle…

Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan

Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan;

Geçince başlayacak bitmeyen sükûnlu gece.

Gurûba karşı bu son bahçelerde, keyfince…

Ya şevk içinde harâb ol, ya aşk içinde gönül!

Ya lâle açmalıdır göğsümüzde yâhud gül…”

‘Ömrün son faslı’ kaçınılmaz sona yaklaşıldığının edebi bir ifadesidir; ölüm, geri dönülmez bir sondur ve yaklaşmaktadır.

1948 senesinde büyükelçi sıfatıyla Pakistan’a gider. Emekli olmaya karar verir. 1949’da emekli olur olmaz, İstanbul’da Park Otel’e yerleşir. Ömrünün sonuna kadar bu otelde yaşayacaktır. Yakalandığı bir çeşit bağırsak iltihabı nedeniyle, tedavi için 1957’de Paris’e gider. Bazen hastalığı bahane eder, bazen olur olmaz hastalıktan başını kaldırabildiği günlerde, çok özlediği Paris’e gidip gelmeye devam eder.

Bu arada İstanbul’da dostu olan doktorların ilgisi de üzerindeydi. Bitiremediği şiirleriyle ilgilendi o ara. Tek bir kelime içine sinmediğinde yıllarca bekleyen Yahya Kemâl; Nihat Sami Banarlı’nın zorlamasıyla şiirlerinin bir kısmını yayınladı. Üsküdar’ın Dost Işıkları, Kaybolan Şehir, Gazel, İstinye, Cinler, Eski Paris, Kendi Gökkubbemiz peş peşe hayranlarının önüne gelir.

KAYBOLAN ŞEHİR

Üsküp ki, Yıldırım Bayazıd Han diyarıdır.

Evlâd-ı Fâtihân’a onun yâdigârıdır…

Firûze kubbelerle bizim şehrimizdi o;

Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiylebiz’di o…

Üsküp ki; Şar-dağ’ında devâmıydı Bursa’nın,

Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın…

Üç şanlı harbin arş’a asılmış silâhları,

Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahları…

Ben girmeden hayatı şafaklandıran çağa,

Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa…

İsâ Bey’in fetihte açılmış mezarlığı,

Hülyâmaâhiret gibi nakşetti varlığı…

Vaktiyle öz vatanda bizimken; bugün niçin,

Üsküp bizim değil? Bunu duydum içiiin için…

***

Son günlerinde hastalık mizacını değiştirmişti. Şiirini seveni seven ama sevdiklerinden, kendisinden başka bir şairi sevmemelerini bekleyen, sevilmesi zor insan gitmiş; biraz çocuksu, biraz muzip biri gelmişti yerine. Defalarca yatıp çıktığı, doktor ve hemşirelerin çevresinde pervane olduğu Cerrahpaşa Hastanesi’nin deniz tarafındaki odasında ziyaretçisi eksik olmuyordu.

Büyükelçi olarak gidip gelmeleri haricinde; toplam 19 yıl yaşar, Beyoğlu’ndaki Park Otel’in 165 numaralı odasında. Yahya Kemâl‘in, bu 165 numaralı otel odasındaki öğleye kadarki gündelik hayatı, otel görevlileri tarafından şu sözlerle anlatılmıştır: Her sabah 6.30’da uyanırdı. İlk işi zili çalmak, kahvaltı istemekti. Sabahları sütlü kahve içer, kızarmış ekmek yerdi. Sonra gazeteleri okurdu. Edebiyat dergilerini de dikkatle izlerdi. Kendisinden söz eden gazeteleri dergileri saklardı. Şiir yollayan genç şairlerin mektuplarını da atmazdı. Saat 9’da yatağından kalkar, aynanın karşısına geçer, tıraş olurdu. Bir süre eski kahverengi robdöşambrı ile odanın içinde dolaşır, saat 11’e doğru yatağının üzerine oturarak şiir yazardı. Öğle yemeği için ya otelin lokantasına iner, ya da Abdullah Efendi’ye giderdi. Yemekte bir bütün tavuk, üç porsiyon pilav yerdi. 13.30’da yine odasına döner, öğle uykusuna yatardı.

Öğrencilerinden Ahmet Hamdi Tanpınar, hocasının otel odasındaki halini, muhacir bir kuşa benzeterek şu sözlerle ifade eder: Zavallı Yahya Kemâl. Bir insanın, bir insanda bu birbiri ardınca değişen çehreleri, ne garip ve hazin oluyor ve nasıl en son çehre hepsini siliyor, bitiriyor. Park Otel’in barında gördüğüm küçük, dar, takatsiz adımlarla ancak yürüyebilen bîçare ve acınacak ihtiyar. Otelin odasındaki hasta ve büyük kuş… Muhacir kuş. Ve nihayet şimdi çıktığım odada son defa konuştuğum, tebessümüne, bakışının mânalılığına ve o kadar psikolojik hususiyetine rağmen iskelet olarak gülmeye hazır kemik külçesi baş, nasıl hepsini sildiler.

Otel odasına bazı önem verdiği dostları haricinde kimseleri almazdı. Yahya Kemâl’in ziyaretçileri arasında bulunan arkadaşı Sermet Sami Uysal, Yahya Kemâl’in yaşam alanını şöyle anlatır: Otel odası hep dağınıktır. Derli toplu değildir. Gömme dolabın hemen yanında üst üste konulmuş bavullar göze çarpar. Bavulların tepesinde kitaplar, gazeteler ve boş pasta kutuları. Yahya Kemâl’in karyolası odasının ortasındadır. Yahya Kemâl hep karyolada oturur. Ufak bir sehpada gelişigüzel duran Birinci sigarası paketleri, kibrit kutuları, paslı çakı, kalemler, cep saati. Tam bir savruluş içinde. Telefonun az berisinde dolu ve boş maden suyu şişeleri, reçeteler, ilaçlar. Tuvalet masasında bir dolu küçük makas, kolonya şişeleri, fırçalar. Şurada bir radyo. Şurada Yahya Kemâl’in eski bir fotoğrafı. Yaman bir yalnızlık azizim!

Evet, hep yalnızdı Yahya Kemâl. Bu onun kendi tercihiydi ama hep yalnızdı 165 numaralı otel odasında. Zaman zaman seyahatlere çıkar, ancak döndüğü yer yine aynı otel odası olurdu. Hatta bu yalnızlığını otelin servis şefi Dursun’a şu sözlerle ifade etmiştir: Evlen, demişti. Ben evlenmedim, yalnızlığın acısını âlâ çekiyorum.

Yaman bir yalnızlık içinde, bağırsak iltihabı nedeniyle Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi’ne kaldırılır. Fakat vücudu artık bitmiştir. Doktorlar elinden gelen gayreti gösterse de, 1 Kasım 1958 Cumartesi öğlen vakti hayata gözlerini yumar Yahya Kemâl Beyatlı.

Şair, ölür!

Geride; muhteşem şiirleri ve ilginç, mücadeleci hikâyesiyle bir Yahya Kemâl Beyatlı kalır. Şiir yüreklerde, dize dize, andıkça hatırlanır, hatırlandıkça anılmak üzere…

***

Nâzım Hikmet; hocası Yahya Kemâl’in ölümünü, 1 Kasım Cumartesi akşamı ülkesinden uzakta, Moskova’da radyoda duyar. Duyduğu üzüntüyü eşi Münevver Hanım’a yazar mektubunda: 2 Kasım 1958, Moskova… Canım karıcığım… Dün gece radyoda dinledim. Yahya Kemâl ölmüş. Büyük şair. Hocalarımdandı da, hem de çok şey öğrendiğim hocalardan. 73 yaşındaymış. Bir hayli zaman uyuyamadım. Yahya Kemâl gençliğimdi biraz da. Büyük şair, usta. Telgraf çekeyim dedim, kime? Ne tuhaf şey, ne garip hâldeyim; Yahya Kemâl’in ölümünden duyduğum acıyı, halkıma bildirmek için telgraf çekecek adresim yok. İşte böyle… Hava bu sabah açtı. Günlük güneşlik. Senaryoya başlayacağım. Kafam bomboş, yüreğim keder dolu ağzına kadar. Böyle bir ruh hâliyle senaryo yazmaya başlamak nasıl olacak bilmiyorum. Ama başkaca çarem de yok. Çalışmak lâzım; yaşamak için değil, unutmak için, dalıp dalıp gitmemek için, düşünmemek için kötü kötü. İşte böyle gülüm… Kusura bakma; senden uzaklık, sensizlik başta, muhacirlik, hatta benimkisi gibi kardeş evinde de olsa, sevdiğim, inandığım bir dünyada da olsa, yazdımdı ya, ölümden beter. İşte böyle… Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır. Rahmet Yolları Kesti’nin Fransızcasını aldım. Hasretle… Nâzım…

*** Yahya Kemâl Beyatlı… Gerçek adıyla Ahmet Agâh… Cumhuriyet dönemi yazarları arasında oldukça önemli bir yer tutan, modern şiir ile Divan şiiri arasındaki bağın kurulmasında ve geçişin kendini bulmasında önemli katkılar sağlayan ve aynı zamanda milletvekilliği ve bürokratlık gibi görevlerde de bulunan, hayatı mücadele ve şiirle geçen bir Yahya Kemâl Beyatlı geçti bu dünyadan. Anısına, Türk şiirine katkısına ve muhteşem üretimlerine sa

En az 10 karakter gerekli


HIZLI YORUM YAP

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.