DOLAR 32,2190 0.13%
EURO 35,2213 0.2%
ALTIN 2.473,170,23
BITCOIN 21246936,28%
Mersin
20°

AÇIK

13:05

ÖĞLE'YE KALAN SÜRE

Yıldırım Koç

Yıldırım Koç

15 Mayıs 2024 Çarşamba

Eskiden İşçiler Nasıldı?

Eskiden İşçiler Nasıldı?
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Benim işçilerle doğrudan ilişkim 1972 yılında başladı. “Eski işçi” dediğimde benim bildiklerim bu yılların işçileridir. Ancak tabii ki daha öncenin işçileri de, “iyice eski işçiler” de var.

Bazı örneklerle başlayayım.

Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş. 1938 yılında bir Dahili Talimatname kabul etti. Bu dahili talimatnamenin getirdiği hükümlerden biri de şuydu:

“İşçinin gelemeyeceği günlerde oğlunu, kardeşini, akrabasını veya arkadaşını göndermek suretiyle yerine diğerini ikamesi caiz değildir.” (s.15)

Dahili Talimatname’de böyle bir düzenlemeye neden ihtiyaç duyulur? Demek ki, kendisinin işi çıkıp da işe gelemeyecek olan bazı işçiler, oğlunu, kardeşini, akrabasını veya arkadaşını kendisinin yerine çalışmak üzere fabrikaya gönderiyormuş. Dahili Talimatname bunu yasaklamak gereğini duymuş. Bugün böyle bir iş kimin aklına gelir!

T.C.Devlet Demiryolları İşletmesi’nin 1954 yılında yayımladığı TCDD İşçileri Talimatnamesi’ndeki ilginç bir hak da şöyle:

Madde 46: Tayin ve bazı başka durumlarda “işçilerle aile beyannamesinde yazılı aile efradına parasız seyahat ve beş tona kadar ev eşyası, sayısı 25’i aşmamak üzere kümes ve 3’ü aşmamak üzere de küçük baş ehli hayvanları için parasız taşıma müsaadenamesi verilir.”

Bu düzenlemeden anlıyoruz ki, 1954 yılında TCDD işçilerinin bir bölümünün küçük baş ve kümes hayvanı varmış; işçiliğin yanı sıra bu faaliyet aracılığıyla bazı ihtiyaçlarını karşılıyorlarmış.

Dahili Talimatnamelerde şaşırdığım bir düzenleme de işyerindeki temizliğe ilişkindi.

T.C.Devlet Demiryolları ve Limanları İşletme Genel Müdürlüğü’nün 1946 yılında yayımladığı İş Yerlerine Mahsus Yeknesak Dahilî Talimatname’de “İşyerleri ve İşçilerin Temizliği” başlığı altında şu yasak yer alıyordu:

“İşyerlerinde tükürük hokkalarından başka bir yere tükürülmeyecektir.”

Demek işçiler yaygın biçimde sağa sola tükürüyorlardı ki, etrafa “tükürük hokkası” kondu ve işçilerin başka yere tükürmesini yasaklayan bir düzenleme getirildi. Bugün böyle bir düzenleme yapmak kimsenin aklına gelmez.

1936 yılında kabul edilen 3008 sayılı İş Kanununda işçinin tazminatsız olarak işten çıkarılmasında belirtilen nedenlerden biri şöyledir:

“Madde 16/II/c. İşçi, iş verenin veya vekilinin evinde ikamet ettiği takdirde yaşayış tarzı o evin âdap ve erkânına uygun veya umumî ahlâk bakımından düzgün olmazsa.”

Demek ki, İş Kanununda böyle bir düzenleme yapmayı gerektirecek kadar işçi, işvereninin veya işveren vekilinin evinde yaşıyormuş. (İşin ilginç yanı, benzer bir düzenleme 1 Eylül 1971 günlü Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren ve 2003 yılına kadar uygulanan 1475 sayılı İş Kanununda da -Madde 17/II/c-  vardı: “İşverenin evinde oturan işçinin yaşayışının o evin adabına ve usullerine uygun veya genel ahlâk bakımından düzgün olmaması.” Bu düzenleme 2003 yılında kabul edilen 4857 sayılı İş Kanununda yer almadı.)

Aktardığım bu örnekler tabii ki tüm işçileri yansıtmıyor; ancak o günlerin işçilerinin davranışlarını anlamada bazı ipuçları veriyor.

Dahili Talimatnamelerden söz etmişken, bir de kamu işletmesinin işçilere önemli bir katkısından örnek vereyim. Nafia Vekâleti Devlet Demiryolları ve Limanları İşletme Umum Müdürlüğü’nün 1939 yılında yayımlanan İş Yerlerine Mahsus Yeknesak Dahilî Talimatnamesi’nde şu düzenleme vardır (Bu düzenleme 1946 yılındaki Dahilî Talimatname’de de korunmuştur, s.32):

“Mektep bulunmayan mahallerde çalışan müseccel işçilerin arzu edenlerine ilk tahsil çağındaki çocuklarının idarece tayin olunan şehirlerde açılan paralı pansiyonda iaşe ve ibateleri temin edilmek suretile çocuklar tahsil ettirilir. Bu çocukların babalarından veya velilerinden iaşe, ibate ve ilbas karşılığı olmak üzere 9 ay olan tedris müddetince ayda maktuan beş lirayı tecavüz etmemek şartile işçi ücretinin % 5’i alınır.” (s.29)

Kamu kesimi işte böyleydi.

Devamını Oku

Eski İşçiler,Yeni İşçiler

Eski İşçiler,Yeni İşçiler
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Türkiye’de işçilerin yapısı zaman içinde çok değişti. Bu değişimin 50 yıllık dönemini doğrudan gözleme imkanım oldu. Bugün katıldığım işçi toplantılarında tanıdığım işçiler, 1970’li yılların işçilerinden çok farklı.

İşçilerle doğrudan ilk temasım 1972 yılında oldu. ODTÜ’de öğrenciydim. En yakın arkadaşım, Hakkı Yazıcı idi. İçtiğimiz su ayrı gitmezdi, desem yeridir. Nitekim daha sonra nikah şahitliğimi de Hakkı yaptı. 12 Mart döneminin baskı koşullarında işçilerle bağ kurmaya çalışıyorduk. Hakkı, yanlış anımsamıyorsam, Suat Şükrü Kundakçı aracılığıyla inşaat işkolunda faaliyet gösteren bir sendika ile bağlantı kurdu. Sendika başkanı, bizim sendikacılık tarihimizde (olumsuz anlamda) özel bir yeri olan, Süleyman Akkaya, namı diğer, “Peygamber Süleyman” idi. Peygamber Süleyman’ın ünü, “çanta sendikacılığı”ndan gelir. 1990’lı yıllarda İnsan-İş Sendikası’nın başkanı olarak işçiler açısından ne büyük sorunlar yarattığına da tanık oldum. Ancak 1972 yılında, acemiliğimiz nedeniyle ve aracımızın kimliğine de bakarak, işçi haklarının peşinde koşan bir sendikacı zannediyorduk. 1972 yazında ORAN yeni kuruluyordu. İlk binalar yapılıyordu. Süleyman Akkaya elimize üye fişlerini verdi. O zaman ORAN’a gidiş zordu. Konya yolunda minibüsten iniyor, dağı tırmanıp işçi koğuşlarına ulaşıyor, geceleri işçilere sendikalaşmayı anlatmaya çalışıyorduk. Yanlış anımsamıyorsam Çorumlu işçilerdi. Çoğu yarı-işçi, yarı-köylüydü. Başlarında da amele çavuşları vardı. Çoğu okuma yazma bile bilmiyordu. Dünyadan haberleri yoktu. Benim gidemediğim bir akşam, bizim Hakkı’yı dövmüşler. Meğer Süleyman Akkaya bizi işyerine göndererek işyerinde örgütlenme çalışması yapıyor gibi göstermiş. Sonra da bizim haberimiz olmadan işverenle anlaşmış.

1974 yılında Tüm İktisatçılar Birliği’ni (TİB) kurduktan sonra Cenan Bıçakçı ile tanıştık. Cenan Ağabey Ağaç İşçileri Sendikası’nın (ASİS) genel başkanıydı. 1974 yılında beni Ankara’da Siteler’de Domsan işyerinde toplu sözleşme görüşmesine götürdü. Cenan Ağabey, toplu iş sözleşmesini tüm işçilerin katılımıyla yapıyordu. Orada da bazı işçilerle görüştüm.

İlk kez 1975 yılı başında İstanbul Yol-İş Sendikası’nın Laleli civarındaki genel merkezinde işçilere eğitim verdim (ilk işçi eğitimimde bacaklarım zangır zangır titriyordu). Sendika başkanı, İstanbul Üniversitesi İktisat Bölümü mezunu Muzaffer Saraç’tı. Muzaffer Ağabey daha sonra Yol-İş Federasyonu genel başkanı oldu. Karayolu işçileriyle epeyce sohbet etme imkanım oldu.

Aynı günlerde Gaziantep’te Oleyis’in Gaziantep yöneticisi Ahmet Daş işçi eğitimi için TİB’i davet etti. TİB Başkanı Aydın Köymen, ben ve bir arkadaş gittik. Gündüz eğitim yaptık. Ahmet Daş, “size işyerlerimizi gezdireyim,” dedi. Ve ben hayatımda ilk ve son kez birkaç pavyon gezdim. Meğer bizim gündüz eğitim verdiğimiz işçiler pavyon çalışanlarıymış. Sendika başkanı Ahmet Bey’le üç-dört pavyona gittik ve el üstünde tutulduk. Böylece işçi sınıfının çok farklı bir kesimini tanıma imkanım oldu.

1975 yılı Nisan ayında da DİSK’e bağlı Maden-İş Sendikası’nda toplu sözleşme uzmanı olarak çalışmaya başladım ve çok sayıda eğitime katıldım. Daha sonraki yaşantım da (kısa kesintiler hariç) işçilerle geçti.

Özetle; 1970’li yılların ilk yarısında farklı sektörlerde işçilerle tanışma imkanım oldu. O günlerden bugünlere kadar da işçilerle toplantı yapıyorum.

Bugünün işçileri 50 yıl öncesinden çok çok farklı.

Bir kere ülkemizde işçi sayısı çok arttı. Günümüzde, gelir getirici bir işte çalışanların resmi verilere göre yüzde 72’si ücretli. Gerçek sayı, bu oranın epeyce daha üstünde.

50 yıl öncenin mavi yakalı işçileri genellikle ilkokul mezunuydu. Aralarında bazıları da okuma yazma bile bilmiyordu. Özellikle inşaat işçileri bu durumdaydı.

Bugünün mavi yakalı işçilerinin örgün eğitim düzeyi çok daha yüksek. Üniversite mezunlarının mavi yakalı işçiler arasındaki oranı hızla artıyor. Sendikalı işyerlerinde bu oranın yüzde 10’un üzerinde olduğunu söyleyebilirim.

50 yıl öncenin işçilerinin büyük çoğunluğu ilk kuşak işçiydi.

Bugünün mavi yakalı işçilerinin giderek artan bölümü ikinci ve hatta üçüncü kuşak işçi. Bu işçiler geçmiş kuşakların mirasından da yararlanıyor.

50 yıl öncenin işçilerinin elinde güncel bilgiye erişmelerine olanak verecek kaynaklar yoktu. Televizyon bile yaygın değildi. Radyo ise devletin kontrolü altındaydı.

Bugünün mavi yakalı işçisi sosyal medyayı çok iyi kullanıyor. Bu yolla hem yayımlanan bilgiye erişiyor, hem de birçok insanla anında haberleşip, gelişmeler konusunda bilgi alıyor.

50 yıl öncenin işçileri daha kolay harekete geçirilebilirdi; önder kabul ettikleri kişi veya örgütlerin kararlarını pek sorgulamazlardı.

Bugünün mavi yakalı işçisi, genellikle kulaktan dolma bilgiyle de olsa, her konuda görüş bildirebiliyor. Belki buna bağlı olarak da, toplu eyleme geçme konusunda daha ihtiyatlı ve sorgulayıcı. Bu tavrında, yaygınlaşan kredi kartı ve tüketici kredisi borçlarının etkisi de var gibi.

Velhasıl bugünün mavi yakalı işçisi, 50 yıl önceki işçiden çok, ama çok farklı. Ben bu değişikliklerin son derece olumlu olduğunu düşünüyorum. Bazı arkadaşların, “nerede o eski işçiler!” benzeri değerlendirmelerine katılmıyorum.

Devamını Oku

1 Mayıs’ta Kaçırılan Fırsat

1 Mayıs’ta Kaçırılan Fırsat
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Türk-İş, DİSK ve Hak-İş ilk kez 1992 yılında Ankara’da 1 Mayıs’ı işçi sınıfının uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü olarak bir kapalı salon toplantısında birlikte kutladı.

Halbuki daha önceleri Türk-İş’e göre 1 Mayıs komünistlerin günüydü, Hak-İş içinse Yahudi kutlamasıydı. 1990’lı yılların başlarında gerçek ücretlerdeki büyük artışlardan sonra hem kamu kesiminde, hem de özel sektörde işçiler ve sendikalar aleyhine kapsamlı bir kampanya başlatılmıştı. Hayat, o güne kadar birbirine dostça bakmayan örgütleri, Türk-İş ve Hak-İş’in anlayışlarını da değiştirerek, bir araya getirdi. Bu birlikteliğin oluşmasında o dönemin konfederasyon önderlerinin sağduyulu tavrı da etkili oldu. Bu süreç, 1993 yılında Çalışanların Ortak Sesi Demokrasi Platformu’nun oluşturulmasına gelişti. Farklı çizgilerdeki konfederasyonlar ve bazı kamu çalışanları sendikaları, meslek örgütleri ve bazı derneklerle de bir araya geldi.

14 Temmuz 1999 tarihindeyse bu kez işçi sınıfının tüm kesimlerinin temsil edildiği bir üst yapılanma olan Emek Platformu oluşturuldu. Türk-İş, DİSK, Hak-İş, Türkiye Kamu-Sen, KESK, Memur-Sen, emekli örgütleri, TMMOB, TTB, TEB, TDHB, TVHB, TÜRMOB bir araya geldi ve çok önemli ortak eylemler gerçekleştirdi. 24 Temmuz 1999 günü Kızılay’da gerçekleştirilen miting ve sonrasındaki eylemlerle, yaşlılık aylığına hak kazanmada yaş koşulu getiren kanun tasarısının TBMM genel kurulundaki görüşmeleri durduruldu. Büyük tehditler gündemdeydi; büyük örgütler bir araya geldi.

Bugün Türkiye’de tüm işçiler, tüm memurlar ve tüm emekliler için büyük tehditler gündemde.

Türkiye ekonomisi giderek derinleşen bir kriz yaşıyor. “Hayatın pahalılanması” denilen olgu, insanların gerçek gelirlerinin düşürülmüş olmasıdır. Bunlar daha iyi günler. Önümüzdeki aylarda tüm emekçi sınıf ve tabakalar, işsizler ve emekliler için daha da kötü günler yaşanacak.

İşçileri, memurları ve emeklileri birleştiren öncelikli iki konu, gelir vergisi dilimlerindeki düzenlemeler ve ücret ve aylık artışlarında temel alınan TÜFE.

Gelir vergisi dilimleri, tüm işçi ve memurları yakından ilgilendiriyor. İnsanlar, en geç Nisan ayında yüzde 15 vergi diliminden yüzde 20 vergi dilimine geçiyor. Yaz aylarında da yüzde 27’lik vergi dilimine geçilecek. Sermayedar sınıf için vergi indirim ve afları gerçekleştirilirken, giderek daha da büyüyen devlet bütçesi açığının kapatılmasında yük işçilerin ve memurların omuzlarına yıkılıyor.

Halbuki işçi ve kamu çalışanı sendikaları konfederasyonları, anayasal demokratik bir hak olan, toplantı ve gösteri yapma hakkını kullanarak, yüzbinlerce insanı barışçıl bir biçimde bir araya getirse, gelir vergisi dilimlerindeki adaletsizlik giderilebilir.

1 Mayıs, bu açıdan bir fırsat sunuyordu. Kaçırıldı.

16 milyondan fazla emekli, dul ve yetimin aylık artışlarında, işçilerin ücret artışlarında ve memurların aylıklarının artırılmasında TÜİK’in artık güvenilirliği kalmamış olan TÜFE’si kullanılıyor. Bu uygulamadan doğrudan etkilenenlerin sayısı 40 milyona yakın. 16 milyon emekli, dul ve yetimin yanı sıra, resmi verilere göre 22,5 milyon ücretli var. Kayıtlarda gözükmeyenleri de hesaba katarsanız, toplam sayı 40 milyonu buluyor. Sendika konfederasyonları 1 Mayıs vesilesiyle TÜİK’in TÜFE’sini gündeme alsa ve demokratik ve barışçıl bir biçimde ortak tepkisini dile getirse, inanın bu sorun önemli ölçüde çözüme kavuşturulabilirdi.

1 Mayıs, bu açıdan da bir fırsat sunuyordu. Kaçırıldı.

Önümüzdeki aylar ve hatta yıllar, farklı statülerde istihdam edilen ücretliler, işsizler ve emekliler için epeyce zor geçecek. Bazı sendikacıların çok sevdiğim bir sözü var: Çaresizseniz, çare sizsiniz. Keşke oturulan minder tam tutuşmadan, keşke önceden tahmin ettiğimiz gelişmeler gerçekleşmeden ve büyük acılara yol açmadan, işçi ve kamu çalışanı sendikalarının üst örgütleri, özellikle Emek Platformu deneyiminden ders çıkartsa ve taleplerini demokratik ve barışçıl yollardan siyasal iktidara iletebilseydi.

1 Mayıs’ın sağlayabileceği bu fırsat, ne yazık ki, kaçırıldı. Dilerim, konfederasyon yöneticileri gelişmeleri ve tehditleri doğru değerlendirerek, derinleşen ekonomik krizin faturasının işçilere, memurlara, işsizlere ve emeklilere kesilmesini önleyecek birliktelikleri oluşturur ve gerekli önlemleri alır.

Yazık oldu bu yılki 1 Mayıs’a.

Devamını Oku

İşçilerin Mağduriyetinin Sorumlusu Kimler?

İşçilerin Mağduriyetinin Sorumlusu Kimler?
0

BEĞENDİM

ABONE OL
https://yarinlar.com.tr/wp-content/uploads/2024/01/yyy-1024x550.jpg

Geçenlerde bir işçi arkadaşla sohbet ediyorduk. Kendisinin ve arkadaşlarının son dönemde çok mağdur olduklarını anlattı. Sendikalı bir işyerinde çalışmasına karşın, toplu iş sözleşmesiyle alınan zamların yetersizliğinden, kiraların yüksekliğinden, çocukların giderlerini karşılamada yaşadıkları zorluklardan söz etti. Herkesin çok büyük ekonomik sıkıntı yaşadığını, hayat şartlarının herkes için çok zorlaştığını anlattı.

Ben de ona resimdeki kabandan söz ettim. Yayımlanan habere göre, İstanbul’da İstinye Park AVM’de bulunan Loro Piana mağazasında satışa çıkan kabanın satış fiyatı 1.321.920 liraymış. Kaban, çok az bulunan devemsi bir hayvanın yününden yapılıyormuş. Bu mağazaya üç adet gelmiş ve bir tanesi hemen satılmış. Hayat şartlarının herkes için değil, hayatını kendi emeğiyle kazananlar için çok zorlaştığı konusunda hemen anlaştık.

Sonra da bazı teknik ayrıntıları tartıştık.

Yürürlükteki toplu iş sözleşmesine göre ücret zamları 2023 yılı başında uygulanmıştı. Ücret zamlarının belirlenmesinde kullanılan kıstas, Türkiye İstatistik Kurumu TÜİK’in Tüketici Fiyatları Endeksi TÜFE verileriydi. Ben yıllardır TÜİK’in TÜFE verileri ile İstanbul Ticaret Odası’nın (İTO) İstanbul Ücretliler Geçinme Endeksi’ni karşılaştırırım. 2022 yılı sonuna kadar bu iki veri paralel giderdi. Ancak 2023 yılı başında yapılan zamlarda dikkate alınan TÜİK’in TÜFE’si ile İTO’nun verisi arasında ilk kez çok büyük bir fark çıktı. İTO, 2022 yılı fiyat artışının yüzde 92,97 olduğunu belirtirken, TÜİK yüzde 64,27 olduğunu ileri sürdü. Hangisine inanıyorsun, diyebilirsiniz. Ne yazık ki, İTO’ya inanıyorum. İşverenler kendi ilişkilerinde kullandıkları enflasyon verisini doğru hesaplarlar gibi geliyor. Arada 28,7 puan fark var. Diğer bir deyişle, 2023 yılı başında TÜİK’in TÜFE’sini esas alırsanız, ücretinize yüzde 64,27 oranında zam yapılır; İTO’nun verisini esas alırsanız, ücretinize yüzde 92,97 oranında zam yapılır.  Enflasyon Araştırma Grubunun (ENAGrup) verilerini kullanırsanız, kayıplar daha da büyük. İşçilerin bugünkü mağduriyetinin öncelikli sorumlusu TÜİK ve TÜİK’in böyle bir enflasyon oranı açıklamasının sorumluları. Bu yolla işçilerin ücretleri İTO verilerine göre 28,7 puan eksik belirlendi. Eğer İTO verileri kullanılsaydı, bugünkü ücretler çok daha yüksek olacaktı. ENAGrup verileriyle hesaplanırsa, ücretler daha da yüksek olur, mağduriyet hiç yaşanmazdı.

O zaman arkadaşım, “Peki,” dedi, “ama sendikalar niçin enflasyon oranının bu kadar yükseleceğini tahmin etmediler?”

Devlet yetkililerinin yaptıkları açıklamaları hatırlattım. Her düzeydeki devlet yetkilisi, enflasyonun en kısa sürede tek haneli rakamlara ineceği konusunda açıklamalar yapmıştı. Devletimize güvenecek miydik, güvenmeyecek miydik? Eğer devlet yetkilileri bile enflasyonun nasıl gelişeceğini bilmiyor, çok düşük oranlı enflasyon bekliyorlarsa veya enflasyonu düşürecekleri sözünü veriyorsa, sendikalar ne yapabilir ki!

Bu arada TÜİK’in 24 Ocak günü yaptığı açıklamayı telefonumdan indirerek gösterdim. TÜİK şöyle diyordu: “Algılanan enflasyon ile TÜFE arasındaki oransal fark Avrupa Birliği ülkelerinde 5 ila 6 kata kadar çıkarken, ülkemizde bu farklılaşma çok daha düşüktür. 2023 yıl sonunda TÜFE yıllık değişim oranı %64.77 iken, tüketicilerin tahmini %96’dır.” TÜİK’e göre, halkı etkileyen enflasyon oranı yüzde 96 olmuştu; yüzde 64,77 değil. TÜİK bile kendi verilerine güvenmemektedir.

O zaman şu ortaya çıktı. İşçilerin bugün yaşadıkları ve ne yazık ki, önümüzdeki dönemde daha da artacağa benzeyen mağduriyetin birinci sorumlusu, halkın yaşadığı enflasyonun çok altında bir TÜFE açıklayarak gerçek ücretlerin düşürülmesinde kullanılan TÜİK’ti.

Enflasyonu konuşurken arkadaşım tükettikleri malların kalitesinin nasıl düşürüldüğünü de hatırlattı. Fiyat artışlarının TÜİK verilerinde düşük gösterilmesinin bir nedeni de peynirden ete, tereyağından zeytinyağına kadar ürünlere yapılan ve sağlığa zararlı katkılardı. Özellikle gıda maddelerinde tağşiş ve taklit arttıkça, fiyatlar düşük tutulabiliyordu. Böylece enflasyon oranı düşürülüyordu. Bu yolla insanların sağlığıyla oynayanlar da mağduriyet kaynağıydı. Bunları denetlemeyen ve kuralları uygulatmayarak bu zararlı uygulamalara göz yuman kamu görevlileri de mağduriyetin nedenlerinden biriydi.

Bu arkadaşımla daha sonra gelir vergisi dilimlerini konuştuk.

Kullanmayı ve kaynakları bilirseniz, cep telefonu aracılığıyla her türlü bilgiye erişmek mümkün. Resmi Gazete’nin 30 Aralık 2023 günlü ikinci mükerrer sayısında yer alan gelir vergisi tebliğini açtım. Buna göre, işçilerin ve memurların 110 bin liraya kadar olan gelirlerinden yüzde 15 ve 110 bin liranın üstünde ve 230 bin liranın altında kalan gelirlerinden yüzde 20 vergi kesilecekti. Daha sonra da yüzde 27 vergi dilimine giriliyordu.

İşçi arkadaşımın brüt ücreti asgari ücretin epeyce üstündeydi. Yılda 4 aylık ücret tutarında da ikramiye alıyordu. Böylece daha Mart ayının sonunda yüzde 20 dilimine, Mayıs sonu gibi de yüzde 27 vergi dilimine giriyordu. Yüzde 15’lik ilk vergi dilimi, uygulanan asgari ücretin yalnızca 5,5 katıydı. Halbuki 1999 yılında ilk vergi dilimi, asgari ücretin 25,62 katı, 2003 yılında 16,34 katıydı. İşverenlere vergi konusunda bir sürü teşvik ve muafiyet tanınırken, maliyeciler tarafından “kafesteki kazlar” olarak nitelenen işçiler, her geçen gün daha fazla gelir vergisi ödüyordu. Dolaylı vergilerin yükü de işçilerin ve memurların sırtındaydı.

Böylece, işverenin kasasından çıkan paranın giderek artan bölümü vergi olarak alınıyor, işçinin cebine giren para sürekli olarak azaltılıyordu.

Bu durumda işçilerin artan mağduriyetinin ikinci önemli sorumlusu, işçiden her geçen gün daha fazla gelir vergisi alanlardı; gelir vergisi dilimlerini işçilerden daha fazla vergi alınacak şekilde düzenleyenlerdi. Dolaylı vergilerin artırılması da öncelikli olarak işçileri ve memurları olumsuz etkiliyor, mağduriyeti artırıyordu.

İşçilerin ve sendikaların ücretleri artırmak için kullanabilecekleri yasal hakları, grevdi. Ancak son yıllarda yapılan grevlerin önemli bölümü siyasal iktidar tarafından ertelenmişti. Grev hakkının kullanılması siyasal iktidar tarafından çeşitli biçimlerde ertelenince, sendikaların da ücretleri artırması iyice zorlaşıyordu. Bugün yaşanan mağduriyetin bir nedeni de, grev gibi son derece önemli bir sendikal hakkın kullanılmasını engelleyen uygulamaydı.

İşçilerin mağduriyetinin diğer bir nedeni, özellikle sağlıkta ve eğitimdeki özelleştirmeydi.

Konuştuğum işçi arkadaşın iki çocuğu ve bakımından sorumlu olduğu annesi vardı. Son yıllarda, ailesinin sağlık giderleri de, çocukların eğitim giderleri de artmıştı. Geçmişte devletin üstlendiği giderlerin bir bölümünü artık işçi arkadaşım üstlenmek zorundaydı. Doktora her başvurusunda yazılan reçete için ödediği katılım payı önemli miktarlara ulaşıyordu.

İşçilerin mağduriyetinin diğer sorumlusu, fırsatı ganimet bilen, kârlarını sürekli artıran işverenlerdi.

Bu arada işçilerin de eksiklikleri vardı.

Bazı işçiler, dosdoğru bilgi sahibi olmadan borsada oynayarak, kripto paralara para yatırarak, internet üzerinden kumar oynayarak, bahis oyunlarına girerek ve hatta bazı başka yollarla, kolay yoldan para kazanma veya ihtiyaçlarını bu yoldan karşılama çabası içindeydi. Konuştuğum işçi arkadaşın işyerinde arabasını ve hatta evini satıp bu alanlara girenlerden bütün parasını kaybedenler vardı. Çiftlikbank gibi girişimlere de para yatıranlar olmuştu. Mağduriyetin bir nedeni de bu eğilimdi.

İşçilerin bir kısmının mağduriyetinin diğer bir nedeni de, kapitalizmin tüketim çılgınlığına kapılmaları, bir sürü gereksiz mal almaları, Anadolu’nun sade yaşama geleneğinden koparak gösteriş merakına kapılmalarıydı. Böylece kredi kartı ve tüketici kredisi borcuna batmışlardı.

İşçi arkadaşımla konuştukça ve mağduriyetin sorumluları sorgulandıkça ortaya böylesine çok ilginç bir tablo çıktı.

Sendikaların eksiklikleri vardı; ancak mağduriyetin gerçek ve asıl sorumlusu, TÜİK’in TÜFE’sini düşük çıkaranlar, daha fazla gelir vergisi alanlar, sendikal hakları ihlal edenler, grevleri erteleyenler, sağlığı ve eğitimi paralı hale getirenlerdi. İşverenler de bu ortamdan yararlanarak, işçilerin ücret artış taleplerine karşı daha etkili bir biçimde direnmekteydi. Bazı işçilerin gösterişçi tüketim eğilimi de mağduriyeti daha da artırıyordu.

Hayat çok karmaşık. Bakalım işçilerin çoğu, siyasi önyargılarını ve saplantılarını aşarak, mağduriyetlerinin gerçek sorumlularını ne zaman kavrayacak ve gerçek gelirlerini artırabilmek için verilmesi gerekli mücadeleye katılacak.

Köşe Yazısını Paylaş

FacebookTwitter

Devamını Oku

Mustafa Suphi Ve Yoldaşlarını Kim Katlettirdi?

Mustafa Suphi Ve Yoldaşlarını Kim Katlettirdi?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının 28/29 Ocak 1921 tarihinde Trabzon açıklarında katledilmesi konusundaki tartışmalar, Kemalistlerin komünistlere ve Türkiye Komünist Partisi’ne ilişkin politikalarının anlaşılması açısından son derece önemlidir.

Sık sık gündeme getirilen bir konu, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürülmesinde Mustafa Kemal Paşa’nın rolü/sorumluluğudur. Sosyalist soldaki bazı yapılar ve kişiler, bu katliamdan Mustafa Kemal Paşa’yı sorumlu tutuyorlar ve bundan hareketle de Mustafa Kemal Paşa’nın toplumsal ve siyasal mücadeleler tarihimizdeki önemli rolüne karşı çıkıyorlar.

Mustafa Suphi, karısı ve 14 yoldaşı 28 Ocak 1921 günü Trabzon’da, kayıkçılar kâhyası Yahya’nın verdiği bir motora bindirildi ve denize açıldı. Hemen arkalarından Yahya Kâhya’nın adamlarından Faik Reis ve arkadaşları ikinci bir motorla hareket ederek, geceye doğru Sürmene açıklarında bu gruba yetişti; Suphi’nin karısı Meryem dışında hepsini öldürdü ve denize attı.

Bu katliamı gerçekleştiren Faik Reis ve arkadaşlarıdır. Onlara talimatı veren, kayıkçılar kâhyası Yahya’dır. Ancak bu katliamı Yahya Kâhya’nın kendi başına düşünmesi ve gerçekleştirmesi olanaksız gözükmektedir.

Bu durumda, Yahya Kâhya (veya Kaptan) kimin talimatıyla bu katliamı gerçekleştirmiştir?

Bu konuda yazılı bir talimat bilinmiyor. Böyle durumlarda iki soru sorulur: Öldürülenlere kimler düşmandı? Bu kişilerin öldürülmesi kimin işine yarayabilir?

Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürülmesi konusunda bu soruları sorduğunuzda, kuşkular bir kesim üzerinde odaklanıyor.

Bu konuda yapılan bazı önemli çalışmalar vardır.

Önemli, kapsamlı ve güvenilir bir çalışma, Yrd.Doç.Dr.Yavuz Aslan’ın Türkiye Komünist Fırkası’nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi, Türkiye Komünistlerinin Rusya’da Teşkilâtlanması (1918-1921) kitabıdır. Bu kitabın 22 sayfalık bölümü “Mustafa Suphi ve Arkadaşlarını Kim Öldürttü?” başlığını taşımaktadır. (Aslan,1997;338-359)

Aynı değerde diğer bir çalışma, Mete Tunçay’ın Türkiye’de Sol Akımlar (1908-1925) kitabıdır. Bu kitabın da 20 sayfalık bölümü Mustafa Suphi’ye ilişkindir. (Tunçay,2009;326-345) Rasih Nuri İleri’nin 1970 yılında yayımlanan Atatürk ve Komünizm kitabında bu konuda bir bölüm bulunmaktadır. (İleri,1970) Emel Akal’ın Toplumsal Tarih Dergisi’nin Ekim 2001 tarihli sayısında yayımlanan “Dr.Şefik Hüsnü’nün Bir Konuşmasında ve İttihat ve Terakki Erkânının Yazışmalarında Mustafa Suphi” makalesinde ilginç ve benim de katıldığım değerlendirmeler bulunmaktadır. (Akal,Ekim 2001;6-12) Ergün Aybars’ın “Mustafa Subhi’nin Anadolu’ya Gelişi, Öldürülüşüyle İlgili Görüşler ve Erzurum’dan Trabzon’a Gidişiyle İlgili Belgeler” makalesi de çeşitli belgelerin derlendiği önemli bir çalışmadır. (Aybars, Ergun, A.Ü.DTCF, Tarih Araştırmaları Dergisi, XIII/24, 1979-1980;88-104)

Bu yayınlar ışığında, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesine ilişkin bir değerlendirme yapılabilir.

Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürülmesi olayında Kazım Karabekir Paşa’yı ve Erzurum Valisi Hamit Bey’i sorumlu tutan araştırmacılar da vardır.

Radmir Platonovich Korniyenko, Moskova’da 1965 yılında basılan Türkiye’de İşçi Hareketi (1918-1963) isimli kitabında, bu olaydan Kazım Karabekir Paşa’yı sorumlu tutmaktadır (Bu kitabın İngilizcesi ABD Ticaret Bakanlığı tarafından 1967 yılında yayımlanmıştır: The Labor Movement in Turkey, 1918-1963, Washington,D.C., 1967, s.22).

Mete Tunçay da aynı görüştedir; ancak bu eylemin Mustafa Kemal Paşa’nın bilgisi dışında gerçekleştirildiği kanısındadır. Mete Tunçay, Mülkiyeliler Birliği Dergisi’nde 1989 yılında yayımlanan yazısında şunları söylemektedir: “Ben Mustafa Suphiler grubunun öldürülmesini emredenlerin Kâzım Karabekir Paşa’yla, Vali Deli Hamit Bey oldukları kanısındayım. Ve bunu onların ne İttihatçı sıfatlarıyla, ne de Mustafa Kemal Paşa’nın memurları sıfatıyla yapmadıkları, kendi insiyatifleri, kendi dünya görüşleri, Kuzey Doğu Anadolu’da kurdukları egemenliğin bir gereği olarak yaptıkları inancındayım.” (s.49.)

Mustafa Kemal Paşa’nın bu konuda bir sorumluluğu ve hatta bilgisi olması olasılığı çok düşüktür; bu konuda belgelere dayalı hiçbir iddia bulunmamaktadır.

Anadolu’da milli ordu ilk başarısını 10-11 Ocak 1921’de Birinci İnönü Savaşı’nda Yunan ilerlemesini durdurarak vermişti. Mustafa Kemal Paşa’nın önemli miktarda askeri malzemeye ve paraya ihtiyacı vardı. Sovyet Rusya bu konudaki tek önemli kaynaktı. Sovyet Rusya’ya 1918 yılında aralarında ABD, İngiltere, Fransa ve Japonya’nın da bulunduğu 14 ülkenin ve Beyaz Orduların saldırısı, 1920 Kasım’ında Sovyet Rusya’nın zaferiyle sonuçlanmıştı. Sovyet Rusya’nın eli rahatlamıştı.

Üçüncü Enternasyonal’in Temmuz-Ağustos 1920’de toplanan ikinci kongresinde, Avrupa’daki devrim mücadelesinden umut büyük ölçüde kesilmiş, kapitalizmi yenmenin yolunun sömürgelerde ayaklanmalar örgütlemekten geçtiğine karar verilmişti.

Büyük Millet Meclisi Hükümeti, 14 Ocak 1921’de Çerkez Ethem’e karşı bir harekat başlatmış ve 21 Ocak’ta Çerkez Ethem’in birlikleri teslim olmuş, Çerkez Ethem Yunanlılara sığınmıştı. Milli güçler çift başlılıktan kurtulmuştu.

Milli hükümet gücünü kanıtlamıştı; ancak Anadolu’nun silaha ve paraya ihtiyacı vardı.

Mustafa Kemal Paşa için Mustafa Suphi ve arkadaşları bir tehdit oluşturmuyordu. Bakû’da oluşturulan Türk Kızıl Alayı ise yalnızca 13 subay ve 350 erden ibaretti. Eratın bir bölümü de Hintli, Nahçivanlı ve İranlı idi. Mustafa Suphi’nin böylesine bir askeri güçle Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ne alternatif bir yapı oluşturabilmesi olanaklı değildi (TKP kaynaklarında 1920 yılı sonlarında “Kızıl Asker Kamunist Fırkasına Kayıt ve Kabulü Edilenlerin Esamisi” listesinde 110 kişi bulunmaktadır. (Demirel, Yücel, TKP MK 1920-1921 Dönüş Belgeleri-1, TÜSTAV Yay., İstanbul, 2004;297-301).

Büyük Millet Meclisi Hükümeti, ilk önemli anlaşmasını 16 Mart 1921 günü Sovyet Rusya ile imzaladı: “Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması”. Bu antlaşmanın hemen ardından da Sovyet Rusya yardımı başladı. Sovyet Rusya, Türkiye’ye 37.812 tüfek, 324 ağır ve hafif makineli tüfek, 44.587 sandık mermi (62.986.000 adet), 66 top, 141.173 top mermisi verdi. Sovyet Rusya kaynaklarına göre ayrıca 1500 kılıç ve 20.000 gaz maskesi de verildi. Sovyet resmi belgelerine göre ayrıca toplam 10 milyon altın ruble yardım yapıldı.(Müderrisoğlu, A., Kurtuluş Savaşının Mali Kaynakları, Maliye Bak.Yayınları, Ankara, 1974;545-9)

Sovyet Rusya’nın Lenin daha sağlıklıyken Mustafa Suphilerin öldürülmesi sonrasında bu yardımı yapması, bu konuda Mustafa Kemal Paşa’yı suçlamadıklarının da bir göstergesidir.

 Mustafa Suphi yaşamının ilk döneminde İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ilişki içindeydi; Paris’te öğrenciyken İttihatçıların Tanin Gazetesi’ne muhabirlik yapmıştı. Daha sonra İttihat ve Terakki karşıtı oldu; 15 Temmuz 1912 tarihinde İstanbul’da Yusuf Akçura ve arkadaşları tarafından kurulan Milli Meşrutiyet Fırkası’na katıldı. Bu örgüt, açıktan açığa Türkçülük yapan ilk siyasi partiydi. Bu siyasi çalışmanın bir parçası olarak İfham Gazetesi’ni çıkardı. 1913 yılında Sinop’a sürgün edildi. 24 Mayıs 1914 tarihinde de buradan Rusya’ya kaçtı. Bu tarihteki amacı da Bakû’da bir “Türklük Fırkası” kurmaktı.

Ancak daha sonra savaş çıkınca Rusya’da tutuklandı ve Moskova yakınlarında bir kente yerleştirildi. 9 Eylül 1915 tarihinde ise Ural’a gönderildi. Burada Bolşeviklerle ilişki kurdu ve aynı yıl Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ne katıldı. 1917 Ekim Devrimi sonrasında Moskova’ya geldi.

Mustafa Suphi, 1918 yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti aleyhinde bir kampanya başlattı. Nisan 1918’de yayımına başladığı Yeni Dünya Gazetesi’nde İttihatçılar aleyhinde ağır suçlamalarda bulundu.

Azerbaycan henüz Bolşeviklerin hakimiyeti altında değilken, 1919 yılı sonlarında Bakû’da bir Türk Komünist Fırkası kuruldu. Bu örgütte eski İttihatçılar ağırlıktaydı. Mustafa Suphi 27 Mayıs 1920’de Bakû’ya gelir gelmez, bu partiyi dağıttı, bu partideki İttihatçıları tasfiye etti. Böylece Bolşeviklerden destek alma çabası içindeki Enver Paşa ve arkadaşlarının projesini engelledi.

Mustafa Suphi, Bolşevik Partisi Merkez Komitesi’ne yazdığı bir raporda, Enver Paşa ve arkadaşlarını “turneye çıkmış sanatçılar”a benzetti ve onlar aleyhinde görüş bildirdi.

Enver Paşa, 1920 Eylül’ünde Bakû’da toplanan Doğu Halkları Birinci Kongresi’ne katıldı. “Bakû Kongresi esnasında Mustafa Suphi’nin Enver Paşa aleyhinde tezahüratlar yaptırması ve ona karşı takındığı menfi tavırlar, İttihatçılar ile Mustafa Suphi arasındaki düşmanlığı artırmıştır.”(Aslan,1997;356)

Doğu Halkları Kongresi sonrasında Bakû’da Enver Paşa’nın yanında olan iki İttihatçı, Küçük Talat (Muşkara) ve Yeni Bahçeli Nail Beyler Trabzon’a geldiler. “Küçük Talat ve Nail Beylerin bazı özel görevlerle Enver Paşa tarafından Anadolu’ya gönderildiği muhakkaktır. (…) Özellikle Küçük Talat’ın Trabzon’da görevlendirildiği ve Enver Paşa’nın Türkiye’ye gelişi öncesi Trabzon’da ortamı hazırlamak gibi bir vazifesi olduğu anlaşılmaktadır.”(Aslan,1997;357-8)

Trabzon’da etkili bir kişi olan Yahya Kâhya da Enver Paşa’nın adamıydı. “Yahya Kâhya Enver Paşa’ya yardım ederek Mustafa Kemal’i devirmeye teşebbüs suçundan Sivas’ta yargılanmış”tı. (Aybars,1979-1980;91)

Enver Paşa, Mustafa Kemal Paşa’nın başarısızlığına oynuyordu. İttihatçı karşıtı ve Enver Paşa düşmanı Mustafa Suphi’nin varlığı, Enver Paşa’nın Mustafa Kemal’in yenilgisi sonrasında planladığı Anadolu harekatının önünde büyük bir engeldi. Ayrıca bu günlerde Birinci İnönü Savaşı kazanılmıştı (10-11 Ocak 1921). Varlığını kanıtlayan Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin Sovyet Rusya’dan silah, cephane ve altın alabilmesinin önü açılmıştı. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürülmesi, Milli Hükümet’e Sovyet yardımını önleyebilir, Mustafa Kemal Paşa’yı zor durumda bırakabilir; Enver Paşa’nın önünü açardı.

Bütün bunlar düşünüldüğünde, Yahya Kâhya’yı azmettirenin, Küçük Talat Bey aracılığıyla Enver Paşa olduğu kanısı ağırlık kazanmaktadır.  Bu konuda Mustafa Kemal Paşa’ya yönelik eleştiri ve suçlamalar tümüyle haksızdır. Nitekim Enver Paşa, 24 Şubat 1921 tarihli bir mektubunda, Mustafa Suphi’nin öldürülmesini şöyle değerlendirmekteydi:

“Komünist Partisi Reisi Suphi Bey, Bakü’de aleyhimde bulunduğu için biçareyi Trabzon’da evvelâ karla, tükürükle hamallar epeyce ıslattıktan sonra bir motorbotla Batum’a iade etmek üzere yola çıkarmışlar. Halbuki yanında yüz yirmi bin Rus altını olduğundan kendisini zanlarınca yolda öldürmüşler paralarını almışlar. Mamafih bunu benim için yaptıklarından memnun olduğumu ve başkasına söylememelerini tembih ettim. Bence düşman da olsa, madem ki Müslüman, böyle olmamalıydı. Fakat ne çare, yazılan çekilirmiş.”(Bardakçı, Murat, Enver, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2018;241)

Devamını Oku