KÖRFEZDE DOĞACI YENİ BİR GİRİŞİM
KÖRFEZDE DOĞACI YENİ BİR GİRİŞİM
İkincisi, doğayı koruma mücadelesi, vatanseverliğin, vatan savunmasının temel bir bileşenidir. Bu bakımdan, doğa kirlenmesi ve yıkımından en çok zarar gören emekçi halk olsa da, zengin fakir bütün yurttaşlar bu mücadeleye katılabilir ve katılmalıdır.
Günümüzde bireysel ve sınırsız kâr hırsına dayanan Batı merkezli kapitalist uygarlık, insanlığı, doğaya ve kendine yabancılaştıran ve kendi doğal varlığını tehdit eden bir noktaya getirmiştir. Evrensel planda yaşanan bu tehdit, özellikle ülkemizde birçok nedenden dolayı çok daha ciddi ve yaşamsal bir olaydır.
KAZDAĞLARI MADRA DAĞLARI
Geçtiğimiz günlerde Burhaniye'de, henüz tam adı konmasa da doğayı koruma ya da çevreci duyarlılığı yükseltmeyi ve önümüzdeki süreçte dernekleşerek örgütlü mücadeleyi geliştirmeyi amaçlayan bir girişim toplantısına katıldım. Girişimin sözcüsü ve başkanlığını üstlenen Jeoloji Yüksek Mühendisi Şevki Bayraktaroğlu, oldukça içerikli, bilgilendirici şekilde konuştu. Söz alan bazı arkadaşların yanında ben de bir şeyler söyledim.
Bayraktaroğlu, Kazdağları ve Madra dağlarının çevrelediği Edremit körfezinin jeolojik yapısını, su kaynaklarını, yaşanmakta olan deniz ve kıyı kirlenmesini ve beklenen bir depram karşısındaki riskli bölgelerin yarattığı tehlikeyi etraflıca anlattı. Bölge doğasını tehdit eden somut bir durum olarak değindiği en önemli noktalardan biri ise, özellikle Burhaniye'nin içme suyu kaynaklarını oluşturan Madra Dağlarındaki Altın arama faaliyetlerinin yarattığı büyük yaşamsal tehdittir. Söz konusu ekolojik yıkım ve su kaynaklarının zehirlenme riski, sadece Burhaniye'yi değil, Madra dağları ile bağlantılı Ayvalık, İzmir / Bergama, Dikili bölgelerini de kapsamaktadır.
Bu bölgede en büyük ve iktidar korumalı maden arama şirketi, Çarmıklı Grubuna bağlı Nurol Holding'in TÜMAD Maden İşletmesidir. Kazdağları ve Türkiye'nin birçok yerinde yaşandığı gibi, bölge halkının direnişine rağmen orman kıyımı, çevresel yıkım ve su kaynaklarını zehirleme tehdidi yaratmaya devam etmektedir. Bu konuda Nurol Holding'in yaptığı, ilgili bütün yasalara özenle uyulacağı, çevre ve halk sağlığını korumada gereken önlemlerin titizlikle alınacağı yönündeki açıklamalar, benzeri bütün uygulamalarda da görüldüğü gibi, kamuoyunu aldatma ve uyutma amaçlı içi boş sözlerdir.
Bayraktaroğlu'nun altını çizerek vurguladığı gibi, şirket yetkililerinin açıkladıkları siyanürün doğaya sızmaması için normal zamanlara göre aldıkları önlemler çevresel güvenliği sağlamaya yetmemektedir. En başta bölge birinci derece deprem kuşağındadır.
Depremin yaratacağı büyük sarsıntı sonucu arazide oluşacak fay kırıkları sonucu siyanürün suya karışmasını önlemek nasıl mümkün olacaktır? Ayrıca iklim dengesizlikleri nedeniyle beklenmedik şiddetteki yağışların liç havuzlarında yaratacağı taşmalarla siyanürün çevreye yayılma tehlikesini önleyecek önlemler de yoktur. Kaldı ki, Milas/Akbelen, Erzincan/İliç ve Kazdağları'nda olduğu gibi büyük çoğunluğu ülkenin geleceğini ve halkın sağlığını yüksek kâr hırsına her zaman kurban eden ve emperyalist yağmacıların taşeronluğunu yapan bu özel şirketlerin açıklamaları inandırıcı ve güven verici olmaktan uzaktır. Bu nedenle, kârlarını düşürecek masraflardan kaçınmak için, göstermelik uygulamalar dışında, yasalara uygun önlemleri bile almadıkları açıktır.
İnsan, doğanın, evrenin bir özetidir, bölünmez bir parçasıdır. Yani insan doğası ile nesnel dış doğa arasında bir uyum, bir rezonans bir bütünlük vardır. İnsan ruhunun oluşumunda iki öge, doğa ve toplum belirleyicidir. Kuşkusuz bu ilişki, bu bütünlük; bir doğa varlığı olarak insanın yüzbinlerce yıllık doğaya bağlılığını yitirmeksizin kazandığı temel varoluşsal bir gerçektir. Doğayla uyumluluk ve bütünlük, insan ruhunun bütün soylu, temiz, iyi niteliklerinin kaynağıdır. İyimser, umutlu, seven, vicdanlı, yaratıcı, üretken, dürüst, yiğit, tutkulu bütün yüksek özelliklerin oluşumunda en az toplumsal var oluş kadar belirleyici bir öneme sahiptir.
Ne var ki kapitalizm, başından beri sınırsız kâr hırsı ve servet yığma uğruna dış ve iç doğamızı tahrip etti, insanı doğaya ve kendi iç doğasına, yani kendine yabancılaştırdı. Bu tahribat 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar az çok telafi edilebilir bir boyuttaydı. Geldiğimiz tarihsel eşikte ise, daha da asalaklaşan kapitalizm, özellikle şişirip pompaladığı ve insanlığın temel ihtiyacı olmayan, olmadığı gibi temel ihtiyaçların üretimini de engelleyen metaların üretimine ağırlık vermeye başladı. Son kırk yılda öne çıkan tüketim kültürü, insan ile doğa arasındaki uyum ve dengeyi daha da bozarak dünyayı geri dönüşsüz, telafisi zor bir yıkım noktasına getirdi. Sınırsız silah üretimi, ulaşım ve iletişim araçlarının, kozmetik ve süs eşyalarının orantısız ve ölçüsüz üretimi; yer altı ve yer üstü kaynaklarının, madenlerin, ormanların, suların ve bitki örtüsünün hoyratça yağmalanması, hepsi de çok küçük bir azınlığın asalakça ve yapay gösteriş, zevk ve eğlencesi içindi. Özetle kapitalizm doğa ile insanı karşı karşıya getirdi, birbirine düşmanlaştırdı. Böylece insanlık, kendi kuyusunu kazan büyük bir tuzağa kendi kendini düşürmüş durumda.
Günlük hayatımızda, yaşam kaygıları, iş, ekmek, toplumsal sorunlar peşinde koşarken, iç doğamızı, ruh dengemizi, şekillendiren dış doğanın nasıl tahrip edilip yıkıma uğratıldığını, kirletilip zehirlendiğini göremiyor ya da görmezden geliyor. Bu yıkımı yaratanlara sesini çıkarmadığı gibi, hatta kimileri hapsedildiği günlük geçim kaygıları yüzünden doğa yağmacısı şirketlerle iş birliği yapmak zorunda kalabiliyor. Kısacası bütün bunlar, topluma ve vatana ilişkin çok önemli ve yaşamsal konuları, bunlarla ilgili sorumlulukları düşünmeme ufuksuzluğunun hem nedeni hem de sonucunu oluşturuyor.
Ne yazık ki, Saray iktidarı, yer altı ve yer üstü doğal zenginliklerimizi, ormanlarımızı, sularımızı, madenlerimizi yerli ve yabancı vurgunculara peşkeş çekerek ve yüz yıllık ekonomik, toplumsal ve kültürel birikimimizi yok eden uygulamalarıyla, ulusun bütün geleceğini, bütün umut, iyimserlik ve mutluluk kaynaklarını günlük geçici iktidar hırsı için feda etmektedir. Ve ne acıdır ki, bir çoğumuz günlük bireysel çıkarlarımızın peşinde koşarken bu büyük yıkım ve yağmanın ya seyircisi ya da doğrudan veya dolaylı destekleyicisi olabiliyoruz. “O mahiler ki derya içredirler, ama deryadan bihaberler” özdeyişinde vurgulandığı gibi, vatan deryası kirleniyor, adım adım bizi zehirlemeye başlıyor. Peki biz, kaçımız bunun farkındayız? Oysa bu süreç, aynen mevcut ekonomik ve siyasal çürüme gibi, öyle bir eşiğe gelip dayanır ki, artık iş işten geçmiş olabilir. Sonuçta, farkında olmadan bütünü temsil eden orman yerine sadece kendimiz olan tek ağacı (bireysel çıkarımızı) düşünür hale gelerek bencilleşiyoruz. Oysa günümüz dünya gerçekliğinde insan ve yurttaş olmak, günlük ilkel, sıradan ihtiyaçları karşılamakla yetinmenin ötesindedir. Bugün insan olmak, ahlaklı vicdanlı bir yurttaş olmak, toplumun bugününü ve yakın geleceğini düşünmekle mümkündür. Daha da önemlisi çocuklarımızın da insanca yaşayacağı, doğal niteliklerini koruyup geliştirebilecekleri yaşamsal koşulları onlara bırakabilmektir. Bunun da temel koşulu, en başta doğaya ve çevreye yönelik kirlenme ve tahribatın geri dönüşsüz bir noktaya varmasına izin vermemektir.
SERBEST PİYASACILIK ve BİREYCİLİK
En az yüz yıldır, serbest piyasacılık ve bireycilik, kamuyu değil, çok küçük bir azınlığın zenginleşmesine dayanan sınırsız özel kâr amacıyla sadece emekçileri sömürmedi. Aynı zamanda, düşen kâr oranını tekrar yükseltmek için, ezilen, mazlum ulusların yer altı ve yer üstü kaynaklarını hoyratça yağmalamanın plan ve taktiklerini geliştirdi ve uyguladı. Bu strateji doğrultusunda, 1980'lerden sonra Türkiye, kamu kuruluşları toptan özelleştirilip yok edilerek büyük doğa yıkımının, yağma ve talanın birincil hedef ülkesi yapıldı. Bugün Türkiye topraklarının en az yüzde 10'u, en güzel, en şirin ve en verimli bölgeleri, sahte vatansever karşıdevrim iktidarının onayıyla emperyalizm taşeronu yağmacıların çizmeleri altında çölleşmektedir. Üstelik sadece yağma ve talan yok, aynı zamanda bu topraklar, ülkemizi üç kuruşa muhtaç hale getiren siyasal iktidarın kahyalığıyla Batılı şirketlerin çöplüğü yapılmaktadır.
Vatanı vatan yapan en değerli doğal varlıklarımızı, dağlarımızı, ormanlarımızı, temiz içme suyu kaynaklarımızı ve kıyılarımızı bağrında taşıyan bölgelerimizdeki ve Edremit Körfezi çevresindeki bu faaliyetlerin bir bütün olarak ulusa ve topluma çok büyük zararları vardır. Sorun, yabancı şirketlerle iş birliği içindeki özel şirketlerin yürüttüğü özellikle altın odaklı maden aramalarının kamusal çıkarlara da, maddi ve ruhsal olarak insan sağlığına da kısa, orta ve uzun vadeli ulusal ekonomik yarara da temelden aykırı olmasıdır.
Çünkü, insan dahil her şeyin bir fiyatı vardır diyen ve her şeyi parayla ölçen kapitalist mantığın aksine, insan ve onun varlık koşulu olan, doğa, dağlar, ormanlar, sular, yani bütün zenginlikleri ve güzellikleriyle yurttaşın kimliğini, kişiliğini, ruhsal karakterini belirleyen doğa varlıları da parayla ölçülemez. Ulusal benlik ve karakterimize kaynaklık eden öyle doğa varlıkları vardır ki, nasıl insanın parasal bir karşılığı yoksa, hiçbir para miktarıyla ölçülemez. Bir servet, zenginlik, para ölçütü olarak görülen altınla ilgili olarak bu, daha da fazla geçerlidir. Orta çağ kafalı ve “ne kadar altının var o kadar zenginsin” diye düşünen iktidar yetkililerinin, üstelik çok az bir komisyon alarak altın madencilerine geniş yetki ve imkanlar bahşetmesi, tam bir cehalet, aymazlıktır. Vatanı savunmak, açık bir dış müdahaleye karşı olduğu kadar vatan topraklarını içerden yağmalayanlara karşı da verilmek zorundadır. Bunun aksini yapmak, gerçek anlamda doğa ve ulus düşmanlığıdır; üstelik sahte bir vatanseverlik ve vatan satıcılığıdır.
Öte yandan günümüzde zenginliği ölçütünün altın olmadığı defalarca kanıtlandı. Sadece siyasal iktidarın en büyük gelir kaynaklarından birinin turizm olması bile bunu kanıtlar. Çünkü, turizm bir ülkenin benzersiz, zengin doğal ve tarihsel varlıklarının insanlığa sunulmasıyla gelir elde edilmesidir. Çağdaş bir ulusun zenginliğinin ve gücünün biricik ölçütü, doğasının ve tarihinin zenginliklerini nitelikli insan gücüyle birleştirerek doğayla uyumlu bir üretim enerjisine dönüştürebilmesi değil de nedir ki?
Altın, tıpkı onun yerini tutan kağıt para gibi, asla bir zenginlik ölçüsü değildir artık. O, zenginliği sadece, yerine kullanılan kağıt para gibi dolaşım aracı olduğu ölçüde gösterir. Ziynet, süs, gösteriş eşyası olmasını tartışmıyorum bile, çünkü onun ulusun zenginliğinde bir rolü yoktur. Çoktandır modern çağda zenginliğin ölçüsü, insan ihtiyaçları için üretilen ürünlerin niteliği, yeterliliği, çeşitliliği ve ihraç edilebilme düzeyinde bir artı üretim potansiyeline sahip olmasıdır. Kuşkusuz, öncelikle de bütün bunları gerçekleştirecek bilimsel, teknik ve kültürel-sanatsal eğitimli insan gücüne sahip olmaktır. Doğal ve tarihsel varlıklarla sağlanan turizm potansiyeli de, bütün bu saydıklarımızın katkısıyla mümkündür. Altın ve gümüşün de içinde olduğu parasal gücün, bu varlıkları temsil ettiği ölçüde bir değeri vardır. O nedenle, iktidar ve yandaşlarının ikide bir, altın varlığının artmasını zenginleşme olarak gösteren açıklamaları gerçeği yansıtmaz, içi boş böbürlenme ve safsatadan ibarettir. Bunu söyleyenler ya çok cahil, hâlâ bu kadar deneyime karşın ekonominin yasalarını bilmiyor ve öğrenmek istemiyorlar, ya da bile bile yalan söylemektedir.
DOĞA YIKIMINA KARŞI MÜCADELE
Doğa yıkımına karşı mücadele aslında göründüğünden çok daha karmaşık ve netamelidir. En azından yüksek bir bilinç, direnç ve sabır gerektiriyor. Hatta diyebiliriz ki, işçi sınıfının, emekçilerin ekonomik, demokratik mücadele bilinciyle karşılaştırıldığında, en azından ülkemizde, halkın doğa yıkımına karşı mücadele bilincinin ekonomik-toplumsal çıkarlarıyla bağının kurulması bir hayli zorluklar içeriyor ve büyük çaba istiyor. Ciddi kafa yormayı, etraflı bilimsel-teknik ve siyasal-toplumsal bilgiyi gerektiriyor. Kuşkusuz bu karmaşıklığın ve mücadele bilincine ulaşmadaki zorluğun başka önemli nedenleri de vardır.
Birincisi, özü itibariyle esasta halkın, emekçi sınıfların mücadelesi olmakla birlikte, halkın algısı ve bilincinde temel, vazgeçilmez, acil bir mücadele konusu olarak görülmez. Çünkü, günlük ve yakın gelecekte beslenme, barınma, güvenlik ve sağlık gibi zorunlu ihtiyaçlarla bağlantılı değilmiş gibi görünür. Emekçi halk ise, yaşamsal, somut bir ihtiyaç olmadıkça kolay kolay harekete geçmez. Nesnel boyutuyla, daha uzun zamana yayılmış, aslında daha çok geleceği, çocuklarımızın yaşam ve mutluluk hakkını içeren bir mücadeledir bu. Bu nedenle bu alandaki mücadele felsefesi, bilinci ve stratejisi en az önümüzdeki on, yirmi ve elli yıllık bir geleceğin perspektifiyle ele alınmalıdır.
İkincisi, doğayı koruma mücadelesi, vatanseverliğin, vatan savunmasının temel bir bileşenidir. Bu bakımdan, doğa kirlenmesi ve yıkımından en çok zarar gören emekçi halk olsa da, zengin fakir bütün yurttaşlar bu mücadeleye katılabilir ve katılmalıdır. Kısacası, emperyalizmin sömürü ve yağmasına karşı ulusal bağımsızlık mücadelesinin, her yurttaşı ekonomik, toplumsal ve kültürel olarak ilgilendiren temel bir boyutudur.
Üçüncüsü, doğayı koruma mücadelesi, ekonomik, toplumsal, kültürel bütün mücadele alanlarının ve biçimlerinin kesiştiği ve buluştuğu bir ortak vatanseverlik düzlemidir. Nasıl, su, oksijen, sağlıklı besin kaynakları ve temiz, dinlendirici, ruhsal arınma ve moral kaynağımız olan dağlar, ormanlar ve denizler her yurttaşın ortak ihtiyacıysa, hangi sınıf ve siyasetten olursa olsun bütün yurttaşların bu mücadeleye katılması doğaldır, zorunludur. Dolayısıyla her alandan maddi ve manevi bütün olanakların doğayı, çevreyi koruma mücadelesine seferber edilmesi pekala mümkündür.
Bütün sorun, doğayı ve çevreyi koruma mücadelesinin, diğer alanlardaki sınıfsal, ekonomik, siyasal, kültürel birikim ve mücadelelerle bağını kuran, onların enerjisinden yararlanan bütünlüklü ve derinlikli bir bilincin oluşturulmasıdır.