Jean-Paul Sartre

Baha Akıner Jean Paul Sartre'yi yazdı

“Varoluşçuluk” akımının öncüsü olarak kabul edilen Fransız yazar ve düşünür Jean-Paul Sartre, “Sözcükler (Les Mots) adlı kitabıyla Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülür…

Fakat dünya tarihinde bir ilk yaşanır ve Sartre, bu ödülü kabul etmez…

Fransız Komünist Partisi’nin etkin bir destekçisi olan, Fransa’nın Cezayir’e karşı yürüttüğü sömürüye karşı çıkan ve Vietnam Savaşı’nda yaşanan katliamları araştırmak için kurulan Russell Mahkemesi’nin de başkanlığını yapan Sartre; 23 Ekim 1964 tarihinde, Le Monde ve Le Figaro gazetelerine bu ödülü niye kabul etmediğini belirten “Niçin Reddettim” başlıklı bir mektup yazar:

“Ödülü reddetme sebeplerim; Akademi’ye yazdığım mektupta da açıkladığım gibi, ne İsveç Akademisi ile ne de Nobel Ödülü’nün kendisi ile ilgili değil. Mektupta, iki tür sebep zikrettim: Kişisel ve nesnel…

Kişisel sebepler şunlar: Reddim fevri bir hareket değil, zira resmi ödülleri hep reddetmişimdir. Siyaset, topluluk ya da edebiyat meselelerinde bir tutumu benimseyen yazar; bence ancak kendi imkânlarını, yani kalemini ve kâğıdını kullanmalıdır…

1945’te, savaştan sonra, bana Şeref Nişanı takdim edildiğinde, devlete yakınlık duyduğum halde nişanı reddettim. Benzer şekilde, birkaç arkadaşım teklif ettiği halde, Collège de France’a girmek için de uğraşmamıştım…

Gönlüm inkâr edilmez şekilde sosyalizmden, yaygın deyimiyle Doğu Blokundan yanadır. Yüksek kültür divanlarınca dağıtılan payelerden hiçbirini, yalnız Batı’dan değil, Doğu’dan da gelse kabul edemeyişim bu yüzdendir…

Nesnel sebeplerime gelince: Nobel günümüzde Batı bloku yazarlarına ya da Doğu’da başkaldıranlara verilen bir ödül olarak görülmektedir. Mesela Güney Amerika şairlerinin en büyüklerinden biri olan Pablo Neruda ödüle değer bulunmamıştır. Herkesten fazla layık olduğu halde Louis Aragon ciddi olarak hiç düşünülmemiştir. Ödülün Şolohov’dan önce Pasternak’a verilmesi ve Sovyetlerden seçilmiş tek eserin memleketinde yasaklanmış ve ancak basılabilmiş bir kitap olması da esef edilecek bir durumdur…

Bu ödül; Cezayir Savaşı günlerinde “121’ler Beyannamesi”ni imzaladığımız sırada verilseydi, sevinçle kabul ederdim. Zira o zaman bu mükâfat sadece bana değil, uğrunda savaştığımız hürriyete de şeref kazandıracaktı…

…İmzamı Jean-Paul Sartre olarak atmam ile Nobel Ödülü sahibi Jean-Paul Sartre olarak atmam aynı şey değildir…”

***

Bu mektubu ve öz fikrini anlamak için Jean-Paul Sartre’yi anlamak gerekir. Peki, kimdir Jean-Paul Sartre? Buyurun dostlar kalemimden damıttıklarıma:

Jean Paul Sartre...

Felsefi içerikli romanlarının yanı sıra her yönüyle kendine özgü olarak geliştirdiği Varoluşçu felsefesiyle tüm dünya okuyucularının yüreğinde yer etmiş, bunların yanında Varoluşçu Marksizm şekillendirmesi ve siyasetteki etkinlikleriyle 20. yüzyıla damgasını vuran Fransız yazar ve düşünür…

Bir anlatıcı, denemeci, romancı, filozof ve eylemci olarak, yalnızca Fransız aydınlarının temsilcisi olmakla kalmayıp aynı zamanda özgün bir entelektüel tanımlamasının da temsilcisi olan; bana göre filozof özelliği yazarlığına baskın gelen oldukça sıra dışı ve güçlü bir kalem…

Jean Paul Sartre’yi okumak için de öncelikle O’nu ve felsefesini de anlamak gerekir dostlar...

Ne çok “anlamak” dedim değil mi? “Anlamak” yani… Ne yazık ki son yıllarda itinayla yapamadığımız…

***

O’nu ne zaman kendinize örnek almaya çalışsanız bir anda kendinizi eleştirmeye başlarsınız mesela. O’nu eleştir(e)mediğinizde ise kendinizden uzaklaşmaya başlarsınız. Ama her halde bir hayranlık duyarsınız O’na…

Bulantı adlı ilk romanında şöyle der Jean Paul Sartre: ‘Ben’ deyince bir boşluk duygusuna kapılıyorum. Öyle unutulmuşum ki, kendimi iyice hissetmek elimden gelmiyor. Benden kalan bütün gerçeklik, var olduğunu hisseden varoluş sadece. Yavaş yavaş esniyorum. Kimse, hiç kimse için! Antoine Roquentin ne ki? Soyut bir şey o…

Pırıl pırıl, hareketsiz, bomboş bir bilinç, duvarların arasına konulmuş, kendi kendine sürüp gidiyor. Kimse yok bu bilincin içinde artık. Biraz önce birisi ben, benim bilincim diyordu. Kim? Kimsenin olmayan duvarlar ve kimsenin olmayan bir bilinç kaldı geriye. Hepsi şu: Duvarlar ve bu duvarlar arasında bir kişiliğe bağlı olmayan canlı, ufacık bir saydamlık…

Nasıl dostlar? Başladı mı; düşüncelerinizdeki etkisini oldukça yoğun hissettiğiniz akış, hareketlenme?

Sartre’ın etkisi ve açtığı yol neydi? Bugünkü etkisi nedir? Açtığı yol duruyor mu? Sartre’ı anmanın ve yazmanın belli bir kolaylığı var. Fakat Sartre’ı anlamak nereye kadar uzanıyor? Acaba onu anlamak kadar belki anlamamak da yararlı, uygun olabilir mi?

Sartre’ın getirdiği sorunlar bağlamında bugün asıl anlamadığımız nokta nedir? Dilerseniz biz yine Bulantı adlı ilk romanından devam edelim, ne dersiniz?

“Yalnızım. İnsanların çoğu evlerine gitti. Radyo dinleyerek akşam gazetelerini okuyorlar. Sona eren pazar günü, ağızlarında bir kül tadı bırakmıştır. Daha şimdiden pazartesiyi düşünüyorlar. Ama benim için ne pazartesi ne de pazar var. Günler ite kaka sürüyor birbirlerini, sonra ansızın bunun gibi bir parıltı ortaya çıkıyor. Hiçbir şey değişmedi, ama yine de her şey başka bir biçimde var olup gidiyor. Anlatamıyorum…”

Anlatamadığını sansa da ne çok anlamaya başladık değil mi aslında…

***

21 Haziran 1905’te Paris’te doğar Jean Paul Sartre. Anne babasından birisini çok küçük yaşta kaybeden her büyük yazar gibi babasını çok küçük yaşta yitirir. Annesinin ailesinin yanında büyür. Louis-le-Grand Lisesi'nden sonra yükseköğrenimini sırasıyla; Fransa’daki seçkin Ecole Normale Supérieure okulu, İsviçre Fribourg Üniversitesi ve Berlin Fransız Enstitüsü'nde tamamlar. Mezuniyetinin ardından çeşitli liselerde öğretmenlik yapar…

Ecole Normale Supérieure’de okuyup Sorbonne’de kurs almaktayken, 1928 yılında Fransız yazar ve feminist filozof; roman, felsefe, politik ve sosyal deneme, biyografi ve otobiyografi yazarı, gazeteci Simone de Beauvoir'la tanışır. Ve Aşk yaşamaya başlarlar. Ecole Normale Supérieure’den Jean Paul Sartre birincilikle, Simone de Beauvoir ise ikincilikle mezun olurlar...

Kendini hep biseksüel olarak tanımlayan Simone de Beauvoir, 1943 yılında yayımladığı L’ Invitée (Konuk Kız) adlı öyküsünde Rouen okulundaki öğrencilerden Olga Kosakiewicz ile yaşadığı lezbiyen ilişkiyi anlatır. Her fırsatta da Jean Paul Sartre ile ömrü boyunca karmaşık bir ilişki yaşadığını belirtir…

***

İlk romanı olan Bulantı'yı yayımladığı 1939 yılında II. Dünya Savaşı başlar ve Fransız ordusuna Meteorolog olarak hizmet verir...

1940 yılında Almanlar tarafından yakalanıp 9 aylığına hapse atılmasının sonrasında Direniş hareketine katılır. “Sinekler” adlı ünlü oyunu bu koşullarda yazılıp sahnelenmiştir...

Aynı şekilde, “Varlık ve Hiçlik” adlı kendi felsefesini açıkladığı ünlü eserini de 1943 yılında yazar…

1945 yılında öğretmenliği bırakır ve "Les Temps Modernes" adlı edebi-politik dergiyi çıkarmaya başlar...

Sartre, savaş sonrası dönemde özellikle politik etkinlikleriyle öne çıkmaya başlar. Soğuk savaş dönemi boyunca birçok eleştirisine rağmen Sovyetler Birliği'ni desteklemiş, Fransa'nın Cezayir'e karşı yürüttüğü savaşa karşı çıkmıştır. Hatta çıkardığı dergi, bu bağlamda yoğun bir etkinlik göstermiştir...

Sartre, hep sol politik görüşe yakın olmuştur…

1956 yılında Macaristan'ın Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmesine kadar Fransız Komünist Partisi'ni desteklemiş, sonrasında ise desteğini çekmiştir. Ardından Fransız Komünist Partisi'nin Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nden daha bağımsız politikalar izleyebilmesine katkı sunmuştur…

***

Bir röportajında "Eğer biri tüm kitaplarımı yeniden okursa, benim hiç değişmediğimi, hep anarşist olarak kaldığımı anlayacaktır." diyen Jean Paul Sartre, bir anarşist kadar oldukça yoğun bir şekilde duyumsadığı tutkuyu hiçbir zaman reddetmez. Kendisine anarşist denilmesini de…

Hatta öyle anarşist ve tabuları yıkan, sıra dışı bir ruha sahiptir ki; yukarıda da belirttiğim gibi 1964 yılında kendisine verilmek istenen Nobel Edebiyat Ödülü’nü geri çevirir. Bu sayede tarihe Nobel Ödülü'nü ilk reddeden kişi olarak tarihe geçer...

Jean Paul Sartre; dünyada en çok önemsenen edebiyat ödülünü almasının, hem yapıtlarına hem de politik konumuna zarar vereceğini düşünür...

6 Eylül 1960 tarihinde; Fransız hükümetini, Gaullist Michel Debré'nin ve kamuoyunun Cezayir Bağımsızlık Savaşı'nı meşru bir bağımsızlık savaşı olarak tanımaya çağıran, Vérité-Liberté dergisinde bir açık mektup olarak yayımlanan ve içinde kendisinin de “121'ler Beyannamesi” olarak bilinen manifestoyu imzalar…

1961-1962 yılındaki büyük gösterilere katılır. Ayrıca, 1966-67 yılları arasında Vietnam Savaşı'nda meydana gelen katliamları sorgulamak üzere kurulmuş olan Russell Mahkemesi'nin de başkanlığını yapar…

1968 Olayları, Sartre'ın kendi fikirlerini ve geleneksel entelektüel konumlarını da sorguladığı bir dönem olmuştur. Sovyetler'in Prag'a müdahalesinin ve Fransa'daki öğrenci hareketlerinin üzerine, kendi duruşunu ve politik alanını yeniden değerlendirerek, 1973'te merkez solda yer alan Liberation gazetesini kurar…

***

Bu kadar mücadeleye ve yoğun çalışmalara hangi ruh ve beden dayanır ki? Yorulmuştur artık Sartre…

Hep bozuktur ya gözü, 1974 yılından itibaren ömrünün son 6 yılında görme yetisini çok büyük ölçüde yitirir. Bu nedenle politik etkinlikleri yavaşlar. Ancak her zaman yine de Batı'nın Doğu üzerindeki baskılarına karşı ve insan hakları konusundaki çalışmalarına devam eder...

Şimdiye kadar siyasal etkinliğinin önemi hakkında sizlere bilgiler versem de; Jean Paul Sartre, edebi ve felsefi olarak çok kıymetli çalışmalara da imzalar atmıştır. Ve Dünya edebiyatında çok farklı bir yeri vardır...

24 adet yayımlanmış kitabı olan Sartre, kendisinden her zaman iyi bir edebiyatçı ve yetkin bir filozof olarak söz ettirmeyi başarmıştır...

***

Dedim ya: Kendi varoluşçu felsefesiyle öne çıkar, diye…

Varoluşçuluk felsefesi, esas olarak 17. yüzyılda başlasa da gerçek ününü Sartre ile birlikte kazanır. Albert Camus’un Sartre kadar olmasa da katkı sağladığı varoluşçuluğun, geriye doğru gidildiğinde 17. yüzyılda yaşayan Fransız matematikçi Blaise Pascal'a kadar uzayan bir geçmişi vardır…

Varoluşçuluk, hem edebiyat alanında hem de felsefe alanında etkili olmuş ve çeşitli şekillerde temsilcilerini bulmuştur. Friedrich Nietzsche, Albert Camus, Martin Heidegger, Dostoyevski ve Jean Paul Sartre; varoluşçuluk dendiğinde ilk akla gelen ve modern varoluşçuluğun temsilcileri olarak bilinen isimlerdir…

Sartre'ın varoluşçuluğunda ilk olarak görülen; insanın önceden, tanımlanmamış bir varlık olarak ele alınmasıdır. İnsan kendi yaşamını ya da tanımını kendi kararlarıyla verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı tercihleri, onun kim olacağını ve ne olacağını belirler. Bu, "Varoluş özden önce gelir" sözünün kanıtıdır adeta…

Kahraman ya da alçak olmak, insanın kendi yaptıklarıyla ilgili bir sonuçtur. Bu anlamda, varoluşçu felsefede insanın etik bir varlık olarak şekillendirildiği görülür...

İnsan belirli bir bütünlüğün içine doğmuştur, burada belirli bağımlılıkları vardır ve yaşamı boyunca bu bağımlılıklar içinde bazı kararlar vermek zorundadır. İşte bu kararlar insanın varoluşunun gerçekleştirilmesidir…

Bu anlamda 'Sartre varoluşçuluğu' genelde sanıldığının aksine ve varoluşçu edebi metinlerde görülen karamsarlığa rağmen iyimser bir felsefe olarak değerlendirir…

Bu felsefede özgürlük ve bağımlılık arasında tuhaf bir ilişki vardır. Öyle ki, Sartre; “İnsan kendi özgürlüğüne mahkûm edilmiştir” der...

Sartre'a göre insan, kendi kararlarıyla ve tercihleriyle özgürlüğünü gerçekleştirmek zorundadır…

***

Sartre; bir aydın ya da entelektüel olarak her zaman çok özel bir konumda durmuş, hep bu aydın konumu üzerinden tartışmalar yürütülmesine vesile olmuştur. Hem savunduğu hem de uyguladığı ‘Aydın tavrı,’ Sartre'ı entelektüeller arasında özel bir konumda tutar…

Öyle ki, Sartre; hem tamamen özgürlükçü ve bağımsız bir konumda bulunup hem de sıkı bağlanımları gerektiren pek çok politik tavrı, tereddüde ya da çelişkilere düşmeksizin gösterebilmiş ve zamanının bütün sorunları konusunda neredeyse aktif bir tavır sergileyebilmiştir…

Bu bakımdan Sartre için, ‘Çağının tanığı ve vicdanı’ diye söz edilmesi yanlış olmaz...

Sartre'ı Sartre yapan; yalnızca felsefi çalışmalarının yetkinliği ve özgül varoluşçu kuramının ilgi çekiciliği değil, aynı zamanda sergilediği aktif aydın tavrıdır. Sartre, bu noktada ‘Kuram ve eylem adamı’ niteliklerini birleştirmiş durumdadır…

Sartre'ın anladığı ve savunduğu anlamda aydın; ister eylem alanında ister yazı masasında olsun, esasta aydını aydın yapan nitelik, yaşadığı zamanın dünyasına sırt çevirmeyen, bu dönemin gerçekliklerinden ve çelişkilerinden kaçınmayan, aksine tutumunu ve eylemini bu gerçeklikler ve çıkmazlardan hareketle oluşturup belirleyen tavırdır…

Şu yaşadığımız olabildiğince sığ dönemde aslında ne kadar çok ihtiyacımız var değil mi dostlar, Sartre okumaya ve düşünmeye. Hür irademizle kararlar alabilmek ve güce öylesine biat etmemek adına. Görüyorsunuz nasıl tarif etmiş 'aydın' kelimesini Usta…

Şu yaşadığımız olabildiğince kötü dönemde ne kadar çok ihtiyacımız var gerçek aydınlara…

Sartre'ın sergilediği aydın tavrı ve kişiliği, varoluşçuluğun edebiyattaki yetkin temsilcisi olarak kabul edilen Dostoyevski'nin sözünü bir bakıma onaylar niteliktedir: Her insan, herkes karşısında, her şeyden sorumludur…

***

“Aramızdan birini alıyorlar, onu öfkesinden ya da kederinden öldürüyorlar, yirmi beş yıl sonra da bir anıt dikiyorlar adına. Aynı adamlar, aynı çakallar; hem öldürüyorlar hem de anıt başında nutuk çekiyorlar, bir ölüyü şana şerefe boğuyorlar ki, bir başkasının yaşamını zehir edebilsinler…” dememiş miydi kendi ifadeleriyle, bu kadar gerçek göstermemiş miydi bir anlamda insanların en önemli kişilere bile hep öğüten ve unutan bakış açısını yüzümüze yüzümüze?

15 Nisan 1980 Salı günü ayrılır aramızdan. Ölümünden tam da 6 yıl sonra 14 Nisan 1986 tarihinde, Simone de Beauvoir ile buluşurlar öbür dünyada. Ve aynı zamanda aynı mezarda uyurlar birlikte, ebedi istirahatgâhlarında…

Anısına, duruşuna, kararlılığına; saygı, minnet, Sevgi ve hayranlıkla…