İntihal Postmodernizmin Meşru Bir Yöntemidir

Mehmet Ulusoy yazdı "İntihal Postmodernizmin meşru bir yöntemidir"

MEHMET ULUSOY

Son günlerde sanat-edebiyat dünyasında tartışılan intihal, “Roman sanatı ve Türk romanında vasatlaşma” konulu bu ikinci bölümün ortasına düştü. Konumun bütünlüğü içinde bu olaya ilişkin düşüncelerimi açıklamaya çalışacağım. Yazımın başlığında belirttiğim gibi, intihal, postmodern “estetik” anlayışının ve yöntemlerinin meşru, has bir ögesidir. Postmodernizmden önce de intihal vardı kuşkusuz; ama bir farkla, eskiden ahlaki bulunmayan, dışlanan, ayıplanan bir yöntemken, şimdi postmodern sanat-edebiyat anlayışınca doğal, meşru ve sahiplenilir hale gelmiştir. Yazımızın bütünü, bir anlamda bunun nedenlerinin açıklanmasını içermektedir.

YARATICI ÖZNENİN, SANATÇININ DIŞLANMASI VE ÖNEMSİZLEŞTİRİLMESİ

Batı’nın egemen kültürü postmodernizm, romanın yaratıcılık ve özgünlük olarak söyleyeceği yeni bir şey yoktur, her şey söylenmiştir, ele alınmadık, işlenmedik bir şey kalmamıştır der. “Sanatın -ve estetiğin- sonu” düşüncesinin diğer bir ifadesi olan bu mantığa göre, roman, şiir ya da yazın olarak yapılabilecek şey, “metinlerarasılık” denilen yöntemle eski eserleri yağmalamaktan ibarettir. Böylece sözkonusu eski metinler parodileştirilerek (alaya alınarak), taklit edilerek, ya da “montaj”, “kolaj”, “pastij” tekniğiyle klasik, edebi metinlerden aşırılan parçaların herhangi bir bütünlük ve tutarlılık kaygısı gütmeksizin eklektik bir biçimde birbirine yamanarak yeni bir metin “kurgulanmak”tadır. Özetle her şey bir “kurmaca” oyunundan ibaret oluyor.

Eklektik “kurmaca”da, okuyucunun bilgisizliğinden yararlanarak, sahte bir yenilik, özgünlük ve ilginçlik malzemesi olarak sıkça eski ölü üsluplar da kullanılmaktadır. Bu düşüncenin en açık ve iddialı kuramcı ve uyugulayıcılarından biri Borges’tir. Böylece roman bir fanteziye, dil, imge, kurmaca oyununa dönüşürken, eski özgün, klasik roman ve anlatılar da bu oyunda “yapıbozumu”na uğratılarak, alaya alınıp çarpıtılarak fantezi, yani eğlence, vakit öldürme malzemesi yapılmaktadır.

“Metinlerarasılığın” kuramsal temelleri, 1960’larda Avrupa’da etkin bir akım olan Roland Bartes’lerin öncülüğünde gelişen Yapısalcılık ve arkasından Derrida’yla onu daha ileri bir noktaya taşıyan Postyapısalcılıktadır. Özetin özeti olarak söylemek gerekirse, Yapısalcı görüşler, nesnel gerçekliği raddeden, gerçekliği nesnel olanın değil dil temelli olarak öznelin belirlediği, öznel kişiliğin söz ve imge oyunlarının, retoriğin (söz ustalığının) tek gerçek olduğu postmodern düşüncede son biçimini aldı.

Yazarın işlevi artık teknik bir elemana, yazıcıya, katibe indirgenmiştir. Bütün edebiyat metinleri, daha önce söylenmiş olanların bir tekrarı olduğuna göre, yazar ve sanatçının yaptığı aslında yaratıcı, özgün bir şey üretmek değil, metinlerarası ilişkinin taşıyıcısı teknik bir işçiliktir! O nedenle, her türlü yaratıcı öznenin yadsındığı bu anti-sanat anlayışına göre sanatçı özne ve onun yaratıcı nitelikleri de yadsınır. Böylece edebi metinler yazardan ve yazarın içinde olduğu toplumsal süreçlerden bağımsız olarak ele alınmakta, dil merkezli (Göstergebilim vb) kuramlara göre incelenmektedir.

Yazarın, yaratıcı çabasının, özgünlüğünün dışlandığı, yok sayıldığı, üstelik yazar yerine okuyucunun bir özne olarak yapıtın oluşumuna “katkısının” öne çıkarıldığı böylesi bir sanat-edebiyat zırvalığıyla, bir “maskaralıklar karnavalı”yla karşı karşıyayız. Sanatsal yaratıcılıkta yeteneğin, dehanın, nitelikli yoğun emeğin, çilenin önemsizleştirildiği, böylece herkesin bir anlamda sanatçı olduğunun iddia edildiği, meslekten bir soytarının bile asla kabul etmeyeceği, bayağılaşmış, soysuzlaşmış bir soytarılıklar manzumesi… Sıradan, bayağı kullanım nesnelerinin cılalanıp üstüne keyfi bir yorum eklenerek sanat diye yutturulduğu, argonun, küfrün bin bir türünün ya da her türlü cinsel odaklı porno, çocuk sevicilik, eşcinsellik vb’nin yenilik ve özgünlük olarak sunulduğu bir dekadanlık, bir alçalış ve çürüme kültürüdür bu.

Kısacası, sanatsal, edebi yaratıcılık, özgünlük dönemi sona ermiştir, dolayısıyla da “sanatın -ve romanın- sonu” gelmiştir denmektedir. 1970’lerden 2000’lere bizde de en popüler, parlak yıllarını, yani altın çağını yaşayan bu anti sanat, anti roman dalgası, günümüzde soytarılık maskesi düşerken biraz kendini toparlar gibi olsa da, tarihten ve toplumsal gerçeklikten dersini aldığı için gerilemeye başlasa da varlığını ve yıkıcı, çürütücü etkisini hâlâ sürdürüyor. Çünkü, bütün “yeni”lik ve “ileri”lik beklentilerini çürüyen Batı kültürüne bağlayan, öte yandan kendi ulusal, kültürel köklerine yabancılaşmış, zihin tembeli, okuma-araştırma ve akıl yürütme özürlü bir sığlığa ve kolaycılığa teslim olduğu için yaratıcılık yoksunu olan, yaratıcılığı da çoğu Batı’dan araklama çöplük malzemesi saçmalıkları topluma kakalama uyanıklığı olarak algılayan mandacılaşmış çoğu Türk aydını ve sanatçısının düzeyi, mantalitesi, ne yazık ki bu durumu kavramaya ve değiştirmeye yetmiyor.

YARATICILIK VE ÖZGÜNLÜĞÜN DİNAMİKLERİ NEDEN BATI’DAN DOĞU’YA KAYDI?

Peki, Batı merkezli savlar doğru mudur? Roman, estetik ve toplumsal değerini ve işlevini yitirmiş midir? Kapitalizm insanı ve doğayı yıkıma uğratmayı bütün acımasızlığıyla sürdürürken, artık söylenecek, yazılacak yeni bir şey yok mu? En önemlisi de, insanlığın insanlaşma uzun yürüyüşünde etik ve estetik niteliği daha da yükseltmeye gereksinim yok mudur? Bilimin ve sanatın temel işlevi olan dünyayı değiştirmek ve daha adil, daha insani ve yaşanılır hale getirmekse, sanat ve edebiyatın görevi, kapitalizmin yıkıma uğrattığı bir dünyada enkaz yığınlarını seyrederek, onları “güzelleştirerek (!) acı dindirici fanteziler, teselli malzemeleri mi üretmektir?

Batı merkezli bu bakışın gerçeği yansıtmadığının, bunun çağa damgasını vuran temel bir yanılgı olduğunun iki önemli kanıtı vardır. Şöyle açıklayabiliriz: Roman, evet, aydınlanma-akılcılık ve modernleşme ile, yani kapitalizmle birlikte gerçekleşen, bireyin ve onun çok yönlü, derinlikli kişiliğinin oluşmasıyla bağlantılı bir sanat-edebiyat türüdür. Ancak şunu kimse sormuyor: Modernleşme ve akılcılık, insanlığın dörtte birini oluşturan Avrupa ile başlayıp Avrupa ile mi bitmektedir ya da bitecektir? Yoksa aksine Avrupa merkezli modernleşme, insanlığın asıl büyük modernleşmesinin öncü bir kolu mudur sadece? Üstelik öncü kol bugün, insanlığın dörtte üçü üzerinde emperyalist-ırkçı bir egemenlik kurmanın ideolojik-siyasal aracına dönüştüğü için bu öncülüğü kaybettiği gibi gericileşmekte, asalaklaşmakta, çürümektedir. Dahası çökme ve dağılma süreci içindeki bir uygarlığın baskın kültürüne dönüşmüştür.

Oysa Batı’yı mutlak ileri, Doğu’yu ise mutlak geri olarak gören bakış çoktan iflas etmemiş midir? Bugün Doğu’da, üstelik toplumcu nitelikte bir modernleşmenin, aydınlanma ve akılcılığın daha büyük ve kapsamlı bir atılımının yaşanmakta olduğunu görmemek mümkün mü? Ve bu büyük gerçeği derinlemesine anlamak gerekmez mi? Rahatlıkla diyebiliriz ki, Batı’da kaynakları kuruyan, kendini tekrara dönüşen, patinaj yapan ve işi fantastik maskaralıklara çeviren sanat ve edebiyatın büyük ırmakları Doğu’da ya da Güney’de akıyor. Yani Asya, Afrika ve Latin Amerika’da bütün özgünlüğü ve enerjisiyle yüz yıl önce başlayan çağlayışını sürdürüyor? Batı bağımlısı, Batı özentili, Batı çöplüğünde eşelenmekten kurtulamayan, bundan mazoşist bir zevk alan aydın ve sanatçının yaklaşık yüz yıllık aymazlık uykusundan, yanılgı karabasanından uyanma vakti gelmiştir ve geçmektedir.

ROMANDA BÜYÜK DEHALAR NEDEN RUSYA’DAN ÇIKTI?

Kaldı ki edebiyatta, Batı’nın üstünlüğü ve öncülüğü daha 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Rus edebiyatınca, özellikle de kapitalist ve giderek emperyalistleşen Batı karşıtı bir kültürel dalga üstünde yükselen Puşkin, Gogol, Dostoyevski ve Tolstoy gibi dehalarca sona erdirilmişti. Kökleri Avrasya tarihinin ve kültürünün derinliklerinde olan Rus mujik/köylü karakterini bütün yetkinliğiyle betimleyen Tolstoy ve onun derin bir halkçılığa dayanan yöntemi, bizi, sanat ve edebiyatta Batı’dan değil Doğu’dan beslenmeye ve esinlenmeye yönlendiriyor.

Onun halkçı/toplumcu gerçekçiliği öylesine taklitlerden arınmış, öylesine otantik ve doğal ki, bu bile Doğulu bir sanatçı veya edebiyatçıyı Avrasya merkezli düşünmeye, yazmaya çağırıyor. Yani Tolstoy’un estetik dehası, Asyai karakterli Rus toplumunun özgünlüklerinden yükseliyor. Aynı şekilde Dostoyevski, Çehov, Gorki, Şolohov, Aytmatov vb’lerin de, Batı’dan içerik ve üslup olarak “yeni”, “ileri” bir şey almalarına gerek yoktu, olmadı da. Stefan Zweig’in “Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar” kitabında Tolstoy romanı ve estetiğiyle ilgili söyledikleri son derece çarpıcı ve öğretici:

(Tolstoy’un) “sanatı, yükseklere çıkan bir mimari değil, derinliklere yönelen bir yapıdır. Olayları yeryüzünün ötesindeki bir hayal dünyasından almamıştır; aksine cesur ve korkusuz dehlizlerini sıradan topraklardan ve sıradan insanlardan eşeleyerek oymuştur.

“Tolstoy’un ruhunun imparatorluğunun en derin tünellerine girebilmek için basit bir köylü, bir asker, bir köpek, bir sarhoş, bir at, herhangi bir şey, hiç bir özelliği olmayan, değerli ve ince ruhlarla hiç bir ilgisi olmayan normalin ve sıradanlığın sınırları içinde, en ucuz, rastgele bir insan olmak yeterlidir. Ancak Tolstoy bu tümüyle vasat kişilere hiç görülmemiş bir ruh, bir can, bir hayat verir ve bunu da onları güzelleştirmekten ziyade derinleştirerek yapar. O sadece gerçeğin çıplak, kesin ve keskin aracını kullanır; sert matkabını umursamazca her olayın, her nesnenin içine öyle bir sokar ki, insan yaşanan dünyanın sınırları içinde daha derin bir dünyayı, hiç bir madencinin ulaşamadığı bir ruh tabakasını keşfettiğine şaşar kalır. (…) Tolstoy için güzellik ve hakikat bir bütündür, ikisi de aynı şeydir.”

Zweig’in derin bir diyalektik anlatımla özetlediği gibi şunu da özellikle vurgulamalıyız: Sanat ve estetik üzerine Batı’da yığınla araştırma ve kitaba konu olan “yüksek” teori ve söylemler, tartışmalar, maddesi, gerçek karşılığı olmayan, spekülatif, fantastik söylemler ve edebiyat birikimine dönüşmüştür. Buna karşın Tolstoy ve Dostoyevski, gerçekliğin keşfedilmemiş derinliklerine dalarak, her türlü hazır kalıbı, modeli reddederek, derinliklerdeki yüksekliği, yüceliği ortaya koymuşladır.

Güzellik ve hakikatin bir bütün olduğunu, yani güzelliğin hakikatin içinde olduğunu, hakikatin de ancak estetik, güzel bir anlatımla açıklanabileceğini haykıran Zweig’in çarpıcı saptaması, aslında anlatmak istediğimizi bütün yetkinliğiyle ortaya koymaktadır. Anahtar nitelemedeki bu mantığı ilerletirsek, Tolstoy, veya Dostoyevsky, modern sanat ve roman estetiğinin, onun mantığının ve yönteminin kazmasını, doğum yeri Avrupa’dan alıp, Asyai niteliği baskın Rus toplumsal gerçekliğinin derinliklerine daldırarak deha ürünü somut ve büyük sanatsal gerçekliklere dönüştürüyorlar. Tolstoy’un da Dostoyevski’nin de, Rus toplumsal gerçekliğini ve Rus insanını derinlemesine ele alırken temel kaygıları, hakikati bütün boyutlarıyla en güzel bir biçimde anlatmaktı.

Buradan şunu söyleyebiliriz: Ancak hakikatin içinden üretilebilecek güzelliğin, ya da nitelikli, yüksek sanat-edebiyat eseri üretmenin maddi koşulları, verimli toprağı ve buna aday sanat ve edebiyatçı artık Asya’dadır. Bu gerçek, aşağı yukarı 150 yılı aşkındır, romancının halk yığınlarının gerçek yaşamının ve engin kültürel dünyasının içine daldıkça çok daha yadsınamaz bir biçimde böyle olduğu kanıtlandı.

İNSANIN İNSANLAŞMA SERÜVENİNDE DAHA EN BÜYÜK SIÇRAMANIN SÖZÜ SÖYLENMEDİ

Çıkaracağımız daha da büyük ve anlamlı sonuç ise, insanlığın son elli bin yıllık yürüyüşünün deneyimleri ve ufkuyla baktığımızda, tarihin, insanın insanlaşmaya dair en büyük dönüşümünün daha yaşanmamış, en büyük sözünün de daha söylenmemiş olduğudur. Çünkü insanlık, büyük çoğuluk olarak, maddi ve manevi kölece bağımlılıkları ve büyük eşitsizlikleri yaşamaktadır hâlâ. Ve bütün kölece ilişkilerden özgürleşeceği ve kendi olarak bütün yaratıcı yeteneklerini geliştirebileceği asıl insanlaşma atılımını, sınıfsız topluma ilerleyeceği önümüzdeki çağlarda yaşayacaktır.

Batı merkezli kültürel, etik, estetik bozulma ve çürüme olgusunun temelinde, dibine kadar adaletsiz, insanı ve doğayı zehirleyen emperyalist sistemi yıkıp yeni bir toplumcu ve insani gelecek kurma enerjisini artık yitirmiş olması yatar. Daha ileri ve insani bir toplum kurma ve yüksek insani ve toplumsal idealler için mücadele umudunu yitiren toplumun insanı, aydını ve sanatçısı da, çoğunlukla çöküş kültürünün yozlaştırıcı değerlerine sarılır ve gününü günün gün etmeyi seçer. Öte yandan, bütün çöken uygarlıkların kaderidir; hem çöküyor ama hem de çok kibirli olduğu için, başka toplumların yeni ve daha ileri bir uygarlık kurabileceğini kabul etmez.

Tolstoy gibi büyük romancıların yaklaşımıyla gerçekliğe bakarsak, Batı merkezci postmodern kibirli mantığı ve söylemi bir kenara atmak zorundayız. Böylece Asya’nın büyük tarihsel ve toplumsal hakikatlerinin derinliğini şöyle bir tasavvur edersek, sanatın ve romanın ele alacağı ve böylece insan gerçeğini çok daha ileri ve yeni boyutlarıyla işleyeceği neredeyse sınırsız bir alan ve olanaklar sözkonusudur. Yeter ki, emperyalist kültürün sanatsal söylem, yargı, beğeni kalıplarından kurtulalım, bağımsız düşünebilelim, ayaklarımız kendi toprağımıza bassın, beynimiz bu toprakların gerçekliğini, kültürünü, nabız atışlarını duyumsasın.

TÜRK ROMANINDA İÇERİĞİN VE ANLAMIN DIŞLANDIĞI POSTMODERN OPERASYON

Türk romanında, doğuş koşullarının zorunlu bir evre olarak yaşanan Batılı örnekleri taklit eden Tanzimatçı roman anlayışı Cumhuriyet romanıyla büyük ölçüde aşıldı. Ulusal ve toplumcu nitelikleri öne çıkan Cumhuriyet romanı 1980’lere kadar büyük, özgün eserler verdi. Ancak 80’lerden sonra Cumhuriyet romanının bu gerçekçi ve toplumsal çizgisine karşı Orhan Pamuk’ların rol model olduğu küreselci bir kültürel operasyon gerçekleştirildi. Bu operasyonda estetiğin ve yaratıcılığın, toplumsal içerikten ve anlamdan kopartılmış biçim oyunları, öznel kurgular, üslup yenilikleri vb olduğu ilan edildi.

Toplumsal -ya da Toplumcu- Gerçekçilikten, ulusal içerikten bu kopuş ve yabancılaşma sürecinin, postmodern bir anlayışın benimsenme sürecinin öncülüğünü Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanı yapmıştır. Oğuz Atay, bu romanıyla, Batı’da Modernizmden Postmodernizme geçişin köprüsünü oluşturan ve toplumsal gerçekçilikten kopup eski metinleri parodileştirmeye -dolayısıyla fantezileştirmeye- yönelen James Joyce’un Ulysses’tan önemli ölçüde esinlenip bazı kurgusal temalarını aşırarak bu “yenilikçiliğin” öncülüğünü yaptı. Neoliberal ve postmodern çevreler, Atay’ı ve eserlerini bu işlevi nedeniyle boşuna yüceltmiyorlar.

Asıl büyük kırılma ve sanat ve edebiyatta postmodern gericilik dalgası 1980’lerde başladı. 80’ler ve 90’larda en popüler postmodern yazarların başında Borges geliyordu. Borges’in şu sözleri sanatın, yani “yaratıcılık ve özgünlüğün sonu” saçmalığını çok güzel özetler: “Özgünlük denen şeyin olanak dışı olduğunu düşünüyorum. Geçmişi belli belirsiz çeşitleyebilirsiniz ancak. Her yazar yeni bir tonlamaya, yeni bir nüansa sahip olabilir, ama hepsi bundan ibarettir. Belki her kuşak aynı şiiri yazıyor, aynı öyküyü yineliyor, ama küçük, benzeri olmayan bir tonlama, bir ses farkı ile yazıyor ve yineliyor. Bu da yeterli.” (Bkz. Mehmet Ulusoy, “Çürümenin Estetiği”, Berfin Yayınları, İstanbul, 2019)

Pamuk da, “Kara Kitap”ta bu düşünceyi, Galip ve Rüya ile birlikte üçüncü kahraman Celal’in görüşü ve uygulaması olarak şöyle yansıtır: “Celal, bir çok köşe yazısını, belki de hepsini başkalarının yardımı ile yazdığını söyler; önemli olanın yeni bir şey ‘yaratmak’ değil, daha önceden, binlerce zeka tarafından binlerce yılda yaratılmış olan harikaları bir köşesinden, bir ucundan değiştirerek yepyeni bir şey söyleyebilmek olduğunu ekler, bütün köşe yazılarını başkalarından aldığını ileri sürerdi.”

İNTİHALCİNİN KENDİNİ GİZLEDİĞİ DİPSİZ ÇÜRÜME BATAKLIĞI

Gündemdeki konuya gelirsek… Neoliberal-postmodern aydın ve sanatçılar ile toplumsal gerçekçi ve ulusalcı aydın ve sanatçıları karşı karşıya getiren, Elif Şafak’ın “Bit Palas” romanında Mine Kırıkkanat’ın “Sinek Sarayı” romanından intihal yaptığı iddiası yargı kararıyla resmileşti. Elif Şafak’ın intihalinin yargı kararıyla kanıtlanması, asıl sanat-edebiyat etiği düzleminde çözülmesi gerekirken, bunu sağlayacak yol ve yöntemlerin, kurumların işlememesi ve sonuç olarak bütün yolların tükenmesi nedeniyle, bir yazarın hakkını yargı yoluyla aramasını doğal karşılamak ve sonucu kabullenmek zorundayız. Ancak sorunun tartışma ve çözüm düzlemi, hukuk düzlemi değil, doğal olarak sanat ve edebiyat düzlemi olmaya ve medyatik güncellik ve popülerlik tuzağına düşmeden tartışmanın bütün estetik-sanatsal derinliğiyle sürdürülmesi zorunluluğu devam ediyor.

Kendi adıma, iki kitabı da okumadığım için kesin bir yargıda bulunmam mümkün değil. Konuyla ilgili bugüne kadar iki taraftan da yapılan uluşabildiğim ölçüde bütün değerlendirmeleri okumaya çalıştım. Kanımca, yukarıda anlattığım nedenlerle ve okuduğum değerlendirmelerin ışığında ne mahkemenin ne de konuyu daha ayrıntılı bilen “uzmanların” açıklama ve yorumları, özellikle de intihali meşrulaştıran ideolojik ve kültürel bütünlükten kopuk oldukları için, bizi ikna edici bir sonuca götürmeye yetmiyor.

Çünkü, yaklaşık kırk yıldır içinde yaşadığımız ve Batı merkezci, liberal-postmodern anlayış ile Cumhuriyetçi, toplumsal gerçekçi, ulusalcı anlayış olarak bölünen sanat-edebiyat dünyamızda, etik, estetik, sanatsal ortak ilke ve ölçütlere dayanan, herkesin bu ölçütlere güvendiği ve sanat-edebiyat kamuoyunun vereceği karara uyduğu bir ortam kalmamıştır; emperyalizm güdümlü neoliberal, mandacı siyaset ve kültür odaklarınca dinamitlenmiştir. Bunun en önemli kanıtı, ulusal bir bütünselliği sağlayan ortak eleştiri ve özeleştiri ortamının yıkılmasıdır. Üstelik felsefi-ideolojik temelli bu etik ve estetik değerler bölünmesinin asıl merkezi Türkiye değil, Batı merkezli dünyadır.

Bu nedenle, öncelikle sorunu, Elif Şafak ve onu destekleyen Orhan Pamuk, Oya Baydar, Zülfü Livaneli, Latife Tekin, Murathan Mungan gibi yazarların tavrını, iki roman üzerinden değil, onların bağlı olduğu, benimsediği neoliberal-postmodern ideolojik-kültürel bütüne, sanat-edebiyat anlayışına bakarak tartışmak bizi gerçeğe daha çok yaklaştırır.

Sorunun, Elif Şafak’ın neden intihal yaptığının, ya da yapıp yapmadığının ötesinde, intihale de kaynaklık eden, intihalden çok daha büyük, kapsayıcı, derin bir ahlaki, vicdani, insani alçalışı içeren durum olduğunu vurgulamak istiyorum. FETÖ’cü Elif Şafak’ın da içinde olduğu, Cumhuriyet ve ulusal kültür ve değerler karşıtı, küreselci tüketim kültürünün uzantısı bu postmoden alçalış ve çürüme mantığına göre, özgün yeni bir şey yaratmak mümkün değildir. O halde önemli olan, maddi ve manevi yeni, özgün bir şey üretmek, yaratmaktan çok, üretilenleri yağmalamak, aşırmak, onları küçük biçimsel değişikliklerle “estetize edip”, pazarcının domates, elma parlattığı gibi parlatıp pazarlamaktır. Onun ve onu destekleyenlerin birey merkezli, içeriğe ve emeğe saygısız, biçim oyunlarıyla yetinen, kolaycı, hazırcı “güncel” sanat anlayışı açısından başka metinlerden, eserlerden çalıntı, aşırma yapmanın bir sakıncası yoktur, doğal bir şeydir.

Çünkü modern çağın estetiğe ve sanata ilişkin kavram, değer ve tanımlarının başkalaştırılıp bozuma uğratıldığı şu ahlaki, estetik çöküntü çağında, tıpkı karadeliğin yakınından geçen ışığı bile eğip büktüğü gibi, dipsiz çürüme çukurunun çekim alanında eski biçimsel kalıp ve kurallarla “intihal” gibi sanat-edebiyat sorunlarını çözmek olanaksız hale gelmiştir. Sözkonusu emperyalizm destekli kültürel iklimde, sistemin verdiği “özgüvenle” (!) ve doğrudan-dolaylı maddi desteklerle çok rahat davranabiliyor bu tür ruhunu satmış ve yalakalaşmış “yazar”lar. Onlara göre intihali yapıp yapmamak bir etik sorun olmaktan çıkmıştır. Eski metinlerden, klasiklerden bilinen her türlü alıntı birbirine karıştırılarak kullanılmasından vicdani bir kaygı duymamaktadırlar.

Çünkü onlarda, topluma, güne ve geleceğe karşı bir aydın namusu, sorumluluğu kapı dışarı edilmiştir. Yeter ki, budalalaşma sınırındaki eğitimli, okumuş cahil tüketicisine, sistemin sınıfsal eşitsizlik ve adaletsizliklerini sorgulamasına yol açmadan, tavşan boku gibi ne kokar ne bulaşır, vakit öldürücü, eğlencelik “edebi”, “sanatsal” (!) malzemeler sunulabilsin.

Bu nedenle asıl sorun, Elif Şafak’ın yanında saf tutanların benimsediği, Batı merkezci, birey odaklı ve gerçeklik, toplum ve ulus karşıtı anlayış ve bu anlayışın sanat ve edebiyatta yarattığı yozlaştırıcı, kirletici büyük yıkımdır.

EDEBİYATIN AHMAKÇA BİR YORUMU: “EDEBİYET BİR TEKRARLAR ZİNCİRİDİR”

Burada en tehlikeli fikir, yukarıda açıkladığımız ideolojik-kültürel bütünlüğü budalaca tekrar eden bir yazar altını çizerek vurguladığı şu cümledir: “Edebiyat bir tekrarlar zinciridir.” Borges, Pamuk ve diğerlerinin edebiyat estetiklerinin özünü oluşturan bu yaklaşım, aslında ustaca geliştirilmiş bir ideolojik kılıftır. Eğer edebiyat bir tekrarlar zinciri ise, o zaman ortada estetik-sanatsal yaratıcılık diye bir şeyden bahsedilemez. Tarihin ve toplumların maddeci-diyalektik gelişimini pek kavramamış bu metafizik, hatta mekanik mantığa göre, bilim, tarih, toplumbilim ve bütün metinler yeni bir şey keşfedip söylemiyor, çok önceden keşfedilmişleri tekrar ediyor!

Bu durumda tarih bilimine de gerek kalmıyor. Çünkü tarih bilimi, geçmişi fantezi olsun, herhangi bir amaca hizmet etmeyen bilgiler yığını oluşturmak için geliştirilmemiştir. Tam tersine, geçmişten drs çıkararak bugünü ve geleceği yeniden kurmak, daha yaşanır kılmak için vardır. Bunu söyleyen yazar ve benzerleri, tarihsel bakışın özünün ne olduğunu da sanırım pek bilmiyor.

DOĞANIN VE TOPLUMLARIN YENİ, ÖZGÜN ŞEYLER ÜRETİMİ SONSUZDUR

İster felsefi ister bilimsel olarak bakalım, Heraklitos’un dediği gibi, her an her şey değişmekte, bir ırmakta iki kez yıkanılamaz, şu anda ben hem benim hem ben değilim… vs, vs. Önemli olan ve sanatın görevi ise, hayatın, şeylerin, milyarlarca bireyin, milyarlarca çeşitlilik gösteren sonsuz değişim enerjisini ve yarattıkları yenilikleri sezip, görüp, hakikatin bu güzelliklerini estetize edebilmektir. Ve tam da burada, kuşkusuz her yapıtta yüzde 90 zanaat işi olan değişmeyen ögeleri, eskinin tekrarı izlenimini vermeden, yeni ve özgün olanın zorunlu organik bir parçası olarak verebilmektir.

Maddi gerçeklik, evren, doğa, toplumsal hayat her gün gerçeğin binlerce, milyonlarca yeni içerik ve biçimlerini üretiyor. Önemli olan, sözcük, simge, kavram, imge ve cümlelerle aktarılan geçmişin düşünce, etik, estetik birikimini, sofistçe boş bir gevezelik, eğlencelik, vakit geçirme malzemesi olarak değil, onların binlerce versiyonuyla, farklı bileşimiyle doğanın ve toplumların ürettiği bu milyonlarca yeni olguyu anlatabilmektir. Roman, yarattığı özgün karakterleriyle, betimlemeleriyle, olay örgüsü ve derinden akan ana mesaj ırmağıyla bu niteliği taşır. Bunu yapan ve yaşayan yazar, çalıp çırpmaya, aşırmaya hiç ihtiyaç duymadığı gibi, bütün bunları bir onursuzluk sayar. İşte yaratıcı romancı bütün bunları başardığı için bir dehadır.

Başka metinlerden intihali ideolojik-kültürel kaynaklı bir yöntem olarak gören ve zahmetsiz, kolay, ucuz “kurmacalara” kaynaklık eden önemli bir neden de “her şey sanattır” düşüncesidir. Nitelik ile bayağı ayrımını ortadan kaldıran postmodernizmin bu temel anlayışına göre, her türlü etik dışılığın ve alçaklığın estetize edilmesi gibi intihal, porno, sübyancılık, hatta ensest ilişki de doğal ve meşru görülmektedir.

Sonuç olarak, neyin doğru neyin yanlış, kimin haklı kimin haksız olduğunun temel ölçütü, öncelikle çağın temel gerçeklerinin bütünlüğü içinde, ağacın ormandaki, bireyin toplumdaki konumunu ve işlevini doğru kavramaktır. Edebiyattaki, etikten ve estetikten, onların bütünselliğinden kopan, sığlaşma, bayağılaşma ve çölleşme kültürünün gerisindeki temel felsefi ve kültürel harabeyi derinlemesine sorgulamak ve hızla aşmaktır.

Köşe Yazısını Paylaş

FacebookTwitter