Enver Gökçe

Baha AKINER eNVER gÖKÇE'Yİ YAZDI

“Kardeş, kardeş!

Alkış tutan ellerini kesmedim,

Tanklarımla tarhlarını ezmedim.

Ben kendi halimle müthiş kişi,

Ben sevici sert ve delişmen…

Ve hürlük kardeşlik çırasını,

Kendi hissemce götüren insan…

Biliyorum bu dünyada,

Gökyüzü ve deniz yüzü;

Cümle çiçek ve cümle yemişler vardır…

Biliyorum bu dünyada,

Yalnız ve yalnız insanlar;

Yani kardeşler vardır…

Beni şehir; şehir beni,

Beni köy; kent beni,

Beni usul; beni yolca götür,

Kardeşlik treni!

Ağır yaralılar taşıyorum!

İncinmesin kollarım, ayaklarım, ellerim.

Işıltılı gündüzlere gitmeliyim,

Acılar, darağaçları, kelepçe demirleri!

Bayram şenliklerine,

Demokrasi şenliklerine gitmeliyim!

Uğruna şiir yazılan, döğüşülen, ölünen insanlar!

Yeter değil bana;

Zaferlerin,

Yıllardır gece hücumlarına,

Sokak savaşlarına katlandığım…”

“Kardeşlik Acıları” demiş de adına böyle dökmüş kalemine Enver Gökçe; yaşadığımız coğrafyadaki bir türlü sağlayamadığımız halkların kardeşliğini, barışı, şair, yazar ve çevirmen, gönül insanı bir yandan.

42 yıl önce ayrıldı aramızdan. 19 Kasım 1981'de, tir tir titreten soğuk mu soğuk bir sonbahar öğle vaktinde, Ankara'daki Seyranbağları Huzurevinde, henüz 61 yaşında...

***

“Bence şiir, her şeyden önce, bir dil sorunudur.” der bir yazısında. Ve ekler ardına: Türk dilinin bütün kollarını inceledim. Türkmence, Kırgızca, Karaimce, Göktürk ve Oğuz lehçeleri ve İstanbul ağızı bunlar arasındadır. Ayrıca gene dilimizin güzel örneklerinin bulunduğu Dede Korkut gibi destansı halk hikâyelerini de saymak gerekir. Ben istedim ki, şiirlerim halkımızın bir türküsü, bir “Hoyrat”, bir “Ela Gözlü”, yahut bir “Bozlak” gibi ezgili bir şekilde okunabilsin. Ta ilk zamanlarda, şiire ilk başladığım zamanlarda bile, bu düşüncede idim. Bu yolla şiirlerimin daha bir etkin ve vurucu olma niteliğine varabileceğini sanıyordum. Bütün çabalarım bu yönde gelişmiştir. Şiirde halk söyleyiş olanaklarından yararlanma çok olağandır. Benim gibi halkın içinden çıkmış bir ozan için ise hepten olağan.

***

“Derdini, ekmeğini bölüştüğüm;

Türküleriyle bizi ağlatan memleketlim…

Karadeniz’in Rumelikarı tütünü;

Bende türküler oldu ağlamaklı,

Bende türküler oldu dizim dizim…

Doldurdum sineme, ciğerlerime,

Doldurdum derdi mihneti,

Pamuk tozunu, kömür tozunu;

Memleketimin şarkıları kadar acı çektim…

Ben Ahmet Çavuş’um!

Attığım kurşunlar gitmezdi boşuna,

Şimdi kuzgunlar iner taze leşime.

İki kere kesemden everdiğim,

Dost dediğim kıydı bana…”

Memleketiydi ya sevdası, barışa olan özlemi, tasası; “Ben Ahmet Çavuş’um!” diyerek “Memleketimin Şarkıları” koydu yine bir şiirine. Ve 1945 yılında Ankara’da yazdığı kısacık ama olabildiğince derin, eşsiz dizeleriyle;

TÜRKİYEM

Senin emekçin olaydım!

Şen olası türküsü;

Dost kokusu, dost selamı Türkiye…

***

Gelin hayatını kendi kaleminden okuyalım Enver Gökçe’nin:

“1920 yılında Kemaliye'de doğmuşum. Ankara'ya gelişimiz çok soğuk, hemen hemen kışın yeni başladığı zamana rastlar. O zaman dokuz yaşındaydım. Yağmurlu bir günde köyden ayrıldık. Arapkir'e, oradan da Hekimhan, Kangal yoluyla Sivas'a kadar kara yoluyla ve kış vaktinde yolculuğumuzu sürdürdük. Yollar iyi değildi. Hatta o koşullarla zor ilerliyorduk. Ve hayvanlarla geliyorduk. Hanlarda yata yata…

Uzun bir yolculuktan sonra, on bir günde Ankara'ya gelebildik.

Ankara, yeni kurulan on beş bin nüfuslu küçük bir kasaba görünümündeydi. Şehir bugünkü Ulus ve Ulus'taki heykel çevresinde ve Samanpazarı denen yer etrafında, Ankara Kalesi'nin çevresinde toplanıyordu. Bundan böyle burada yaşayacaktık.

Derken 1929 yılında o zamanlar, Ankara'da Hüseyin Avni isminde bir zatın yönettiği hususi bir ilkokul vardı. Oraya paralı girip okunuyordu. Okullar yeni başlamıştı. Ben gecikmiştim zaten. Bu okula kayıt oldum. İlkokulu burada okudum ve bitirdim. 1935 ve 1936 yıllarında Cebeci Ortaokulu'na devam ettim. Lise tahsilime gene Ankara'nın Gazi Lisesi denen ünlü okulda devam etmiştim. 1939 yılında öğrenimimi tamamladım.

Bu yıllarda yeni yeni okuyor, okuduklarımdan tat alıyor, gelişiyor ve kendimi yetiştiriyordum. Ta ilkokuldayken bu sevgi içimize atılmıştı. Celalettin Tevfik Bey adlı bir öğretmenimiz vardı. Bu öğretmen bana kendi derslerinde eski şairlerden ünlü şiirler okur ve okuturdu. Bana şiirin güzelliklerini anlatırdı. Bu öğretmene karşı, bana okuma sevgisi aşıladığı için, saygım büyük olmuştur. Yine Gazi Lisesi'nde edebiyat derslerine Fevziye Abdullah ve İsak Refet gelirlerdi. İsak Refet edebiyat hocamız oldu. Bu hocalar beni yönlendirdiler edebiyata. Ben de mümkün mertebe faydalandım. Bu hazırlıklarla üniversite yaşamına başlamış oldum. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nde Türkoloji adlı bir bölüm vardı. Burayı seçtim. İşte üniversiteye devam etmem sırasında, daha doğrusu devrimci fikirlere olan yakınlığım dolayısıyla; fakültenin ilk yıllarında itibaren bazı derneklere yöneldim. Bunlarla bağlantı kurdum.

Ülkü dergisi adlı ünlü Halkevi dergisinde çalışmaya başladım. Görevim düzeltmenlik ve dergi çıkarma tekniği üzerineydi. O zaman dergiye Ahmet Kutsi Tecer ve Bedrettin Tuncel yön veriyorlardı. İdare kısmında Ahmet Serdaroğlu adlı sevdiğim bir insan çalışırdı. Dergiye; Nurullah Ataç, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi Tecer zaman zaman uğrarlar ve konuşurlardı.

Ben bu arada, gene Ankara'da çıkan bir dergide, bir şiir yayınlamıştım. Bu şiir Ahmet Kutsi Tecer tarafından görülerek beğenilmemiş. Ahmet Kutsi Tecer, bana şiiri bırakarak düzyazı yazmamı istedi. Ben de o zaman, Ahmet Kutsi Tecer'e "Ben daha kötüsünü de yazarım" diye güya esprili olarak cevap vermiştim.

Ülkü'de birkaç yeni arkadaş tanıdım. Bunlardan bir tanesi Sefer Aytekin'di. O zamanlar çok devrimci bir rol oynayan Sefer Aytekin hayatımda unutamadığım insanlar arasındaydı. O zamanlar Ankara'da bulunan Arif Damar (Arif Barikat) ve bugün de edebiyatımızın bilinen kişilerinden Mehmet Kemal de benim ilk edebiyat arkadaşlarımdır. Mehmet Kemal'le aynı mahallede otururduk. Benim ilk arkadaşlarımdan birisidir. Yine Ceyhun Atuf Kansu'da daha ilkokul çağında, belki de ilk tanıdığım en eski arkadaşlarımdan birisidir. Bizim mektepte beraber okumuştuk. Bu arkadaşlardan sonra şair Niyazi Akıncıoğlu'nu tanıdım. Bunlar ‘On Beşinci Yıl’ isimli kahvenin devamlı sakinlerindendi.

Belirli hocalar dışındaki hocalarla ilişkimiz, her şeyden önce bir talebe hoca münasebetinin dışına çıkmazdı. Yani siyasi bakımdan yahut diğer yönlerden herhangi bir fikir alış verişinde bulunmak olmazdı. Yalnız devrimci hocalarımızdan, Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Niyazi Berkes ve karısı Mediha Berkes'le aramız gayet iyiydi.

O sıralarda gene dergi ve gazete çıkarırken birçok matbaacı, mürettip, işçi arkadaş tanıdım. Bunlardan bir tanesini hiç unutamam. Bu Hasan isimli işçidir. Ve sonra adına "Mürettip Hasan" isimli şiiri yazdım. Çok iyi, Anadolu halkından bir gençti Hasan. Hasan'la daha sonra 951 Büyük Tevkifatta da karşılaştık. Onu da tutup getirmişlerdi. Zavallı Hasan beş seneye mahkûm olmuştu ve veremdi de. Sonunda çok yaşamadı zaten.

O zamanlar gençtik, sıhhatliydik tabii. Her işi benimseyerek yapıyorduk. Bu yüzden bizim derginin çıkışında mesela Ant dergisinin çıkışında, ortaya getirilişinde büyük yararların olduğu doğrudur. Ve bu işleri hiçbir şey beklemeden, kendiliğinden ve tabii olarak yapıyorduk. Sanatçılık ilişkilerimiz gelişmeye başladı.

Ben gençliğimde de kesin olarak içki taraftarı değildim. Bu yüzden o zamanki ünlü Ankara meyhanelerinden hiç birine gitmedim, gitmezdim. Ve arkadaşlarımı da bu yerlere gitmekten men ettim.

Yine bu devrede ünlü halk ozanları, Âşık Ali İzzet, Âşık Veysel, Habib Karaaslan gibi temiz şairlerin hepsiyle teker teker tanıştım, arkadaş olduk. Onların gerçekten temiz bir halk yüzleri vardı. Ve bu taraflarıyla az çok ilgilendim ve temaslar kurdum.

O gün iki şey vardı ortada benim için. Bir yanda ‘Garip’ hasta sanat anlayışı, diğer yanda dinamik halk edebiyatının yüzü. Bunlar karşı karşıya getirilince ben elbette ki kendi sınıfımdan gelme halk ozanlarından taraftım. Bu yüzdendir ki, o devrede bu şairlerin yanında olmam. Nitekim halk ozanları bu işte gerçek yerlerini göstermişler ve her zaman doğrunun ve güzelin yanında olmuşlardır. Biz tavrımızı belirlemiştik.

1945 yılında yani Garip'çilerin edebiyatımıza egemen oldukları bir çağda dergi yayınlamaya ihtiyaç duymuştuk. Bu devre henüz toplumcu akımı güçlendirmeye çalıştığımız bir devreye rastlar. Orhan Veli ve arkadaşları o zaman devrimci şiirleri yok sayan ve yozlaştıran bir çalışma içindeydi. Ve bu sebeple biz Ant çevresine, küçük bir topluluk da olsak, devrimci sanat sorumluluğunu üstlenmiştik. Daha evvelden Yeni Edebiyat dergisi tarafından yürütülen akımın mümessili olarak, karınca kaderince çalışmalarımızı sürdürüyorduk. Bu anti-faşist ve devrimci bir gençlik ve onun devrimci sanatı etrafında yeni bir akımın mümessili toplumcu sanatı ortaya çıkarmayı amaçlayan gençlerdik denebilir. Bizim varlığımız aslında önemsizdi, küçüktü, ama doğruydu. Biz bu doğrudan dolayı bir aradaydık.

Bu sırada Nurullah Ataç ve arkadaşları bizim bu tutumumuzdan habersiz gibi görünüyorlardı. Bizim adımızı yok saymak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Rahmetli Nurullah Ataç, yalnız kendi dar çevresinde ve Orhan Veli etrafında yaygara koparıyordu. Bu devredeki edebiyat çalışmalarımızın yararlı olduğu kanısındayım. Buna rağmen onların bu tavrı yüzünden birçok yetenekli genç körelip gitti. Hatta denebilir ki; Nurullah Ataç ve arkadaşları bu devrede bizim bu sınıfsal karşı koymamıza, güçlenmemize, bilemeden yardım etmişlerdir. O günkü tavrımızın sadeliği ortadadır.

1948 yılında, o zaman anti-faşist bir dernek kurmuştuk. Türkiye Gençler Derneği davası denildi bu davaya. Bu derneğin yüz elli kadar üyesi olmuştur. Ve harp sonrası devresinin bir parçasıdır. Dernek her türlü anti-faşist ve demokratik fikirli genci bir araya getiriyordu. Derneğin Ankara Denizciler Caddesinde bir ahşap evde merkezi vardı. Faaliyetleri arasında halka her türlü yardım vardı. Örneğin; halkın hasatına bilfiil iştirak etmek, katılmak gibi faaliyetler bunların arasındaydı. Hatırladığıma göre o zaman dernek, içlerinde ben de olmak üzere sekiz on üyesi ile İstanbul Ankara arasında bir yürüyüş tertip etmişti. Bu Ankara İstanbul yolculuğu beş altı gün sürdü ve tamamlandı.

Derneğin birçok yapıcı işe yönelmesi, Ankara çevresinde bulunan ırkçı Turancıları rahatsız etmeye başladı. Dernek fakülte ve Ankara çevresinde yaygınlaşmaya başlamıştı. Bu nedenle ırkçı Turancılar, derneğin gidişine karşı bir takım eylemlere giriştiler. Gösteri yapmaya başladılar. Derneğin yıkılması etrafında tehditler çoğaldı. Biz o zaman safça, yirmi otuz kişi, bir odacık yerde toplandık ve elimizde sopalarla gelenleri bekledik. Turancılığın etkinliği çoktu o zamanlar. Turancılar saldırdı. Dernek yıkıldı birkaç saat içinde. Kitaplar yırtıldı. Sokaklara atıldı. Dernek üyelerinden yakaladıkları birkaç kişiyi dövdüler. Fakat dernek faaliyetine devam etti. Dernek etrafında bir takım provokasyonlar aldı yürüdü. Sonucunda dernek üyelerinden iki kız arkadaş biri Melahat Kürşal, diğeri Nural ve ben, Mehmet Kemal Şevki Akşit; tevkif edildik. Gerekçe olarak dernek üyelerinin komünizm propagandası yaptıkları ileri sürülüyordu. Bu yüzden tutuklandık. Ankara Cezaevine götürülüp tıkıldık. Üç ay devam eden sorgudan sonra hiç kimseyi mahkûm edemediler. Hepimiz beraat ettik. Böylece üç ay boşu boşuna geçti.

Bu devre hapishanede bir kaç tane şiir yazdım. "Görüşmeci" isimli şiir bu devrenin mahsulüdür. Görüşmeye arkadaşlarım kendi ailemden kız kardeşim gelirlerdi. Bu şiiri daha sonra "Görüş Günü" adıyla yayınladım. Gene bu devrenin anısı olarak "Fakültenin Önü" adlı şiir, bu gösterilerden sonra yazılmıştır. Bu şiir de olayları günü gününe yansıtan bir şiirimdir.

Bu sırada memlekette büyük bir umut başlamıştı. "Demokrat Parti memleket için büyük bir ümittir." Böyle diyorlardı. Ve Türk halkı da Demokrat Parti madrabazlarının peşinden gitmekteydi. Benim kişisel durumumsa; fakülteyi bitirmişim, iş arıyorum. O zaman Milli Eğitim Bakanı olan Tahsin Banguoğlu benim üniversiteden hocamdır. İş için müracaat ettim. Bana verilen cevap, bir sürü bahaneden sonra yine de beklemem yönünde oldu. Nihayet işten ümidimi kestim. Ekmek parası kazanmak için başka işlere giriştim. Bu arada İstanbul'da Yurtlar Müdürlüğünde bir işe talibim. Neticede Yurtlar Müdürlüğünde yönetim memurluğu işini aldım.

Yurtlar Müdürlüğündeki görevime 1950 yılının içinde, Ekim ayına doğru başladım. İlk görevim Çarşı Kapı öğrenci yurtlarındaydı. Daha sonra çalışmalarım beğenilmiş olacak ki, birçok yurdun kuruluşunda görev aldım. Çarşı Kapıdan sonra Yıldız Teknik Okulu yurdunda yeni görevime başladım. Bu arada kısa bir müddet için Denizcilik yurduna ve tekrar Kadırga Öğrenci yurduna atandım. Bu devre benim hayatımda çok önemli bir devredir.

Bu devre, 951 Tevkifatının başladığı devredir. 951 Tevkifatı, İstanbul'da Ekim ayında başlatıldı. Gazetelerde okuduğumuza göre Sevim Tarı isminde bir kadın, Paris'e giderken yakalanmış. Bunun üstünden bir süre geçti. Bundan sonra, buna dayalı olarak tevkifat başlamıştı. Ben de birkaç öğrenciden sonra Eylül ayına doğru tutuklandım. O zaman Kadırga öğrenci yurdunda bulunuyordum. Daha önce yurt binasında kaldığım odanın arandığını, didik didik her tarafın araştırıldığını görmüştüm. Bu olayın üzerinden bir hafta geçti ki, tutuklanma günüm geldi. O zamanlar İstanbul 1. Şubesi geçici hapishane olarak kullanılıyordu. Teker teker o günün devrimcileri ve demokrat fikirli gençleri alelacele tutuklanıyordu.

Aşağı yukarı tevkifat için bütün hazırlıklar bitmiş olacak ki, büyük darbe indi. TKP Tevkifatı denilen meşhur 951 Tevkifatı olayı başlamış oldu. Bu tevkifatta alışılmamış birçok yıldırma yöntemleri uygulandı. Gene tabutluklar, falakalar ve her türlü insanlık dışı işlemler yapıldı. Ve sonuçta yüz altmış sekiz insan askeri mahkemede yargılandı. Gereği şekilde hepsi de cezalandı. Ben şahsen bu davada hiçbir fayda görmediğim için avukat bile tutmadım. Ayrıca hapishaneden tanıdığım birçok insan da savunmalarını kendileri verdi. Epeyce direndik. Fakat sonuç olarak şunu söyleyeyim, yüz altmış sekiz kişi bu davada hepsi hüküm giydiler. Bunların isimleri ve aldıkları cezalar yayınlanmıştır.

Ben savunmamı kendim yaptım. Hatırladığıma göre o zaman çok iyi bir savunma hazırlamıştım. Yapılan isnatları reddettim. Bazı arkadaşlarımla olan temaslarımın kanuni olduğunu gizli bir örgüt tarafından yönetilmediğimi iddia ettim. Fakat dikkate alınmadı. Ben savunmamın özünde Marksizmi istediğimi beyan etmiştim. Mahkeme bildiğini okudu. Sonuçta yedi seneye mahkûm edildim. Ayrıca bu cezanın üçte bir bölümlük kısmı kadar da sürgün cezam vardı. Böylece mahkeme sonuçlandı ve herkesi cezaevlerine dağıttılar.

İlk toplandığınız yer İstanbul 1. Şubeden sonra Harbiye Cezaevine, tekrar İstanbul 1.Şubesine ve Yıldız'daki Güvercinlik adı verilen eski bir binada tutuklu kaldık. İleri cezaevleri statüsüne göre bütün Türkiye hapishanelerine dağıtılmış olduk. Son parti Adana Cezaevine gönderildik. 1. Şubede kaldığım zaman içinde işkence vardı. Havasız ve hatta ekmek ve su bile verilmediği günler oldu. Böylece iki yılı 1. Şubenin bu ünlü odalarında geçirdik. Bu arada içerde, birçok kanunsuz işlemlerin yapıldığı doğrudur. O sırada ruhi depresyon geçirenlerin ve intihara yeltenenlerin sayısı da oldukça kabarıktır.

Adana'ya kadar parmaklarımızdan ve ellerimizden kelepçeli olarak getirildik. Siyasi koğuşa yerleştirildik. Adana'da Zeki Baştımar, Mihri Belli, Şevki Akşit de bulunuyordu. Adana’da yedi yıl kaldım. Adana Cezaevinden sürgün yerime gönderilmek üzere salıverildim. Sürgünü geçireceğim Çorum'un Sungurlu kasabasına geldim. Her gün Sungurlunun bir karakolunda ispat-ı vücut ediyorduk, kendimizi gösteriyor ve imza atıyorduk. Kalacak yerimiz yoktu, iş yoktu. Halimiz Allaha kalmıştı. Böylece sürgünümüz devam etti.

Neden sonra oradan başka bir yere, iş bulabileceğim bir yere naklimi yaptırmayı istedim. O zaman Sungurlu mahkemesine başvurarak Ankara'ya naklimi istedim. Böylece sürgünün bir kısmı Ankara'da geçti.

Hapishanede herkes kendine göre bir işle meşgul olurdu. Günlük hapishane hayatının dışında benim işim gene sanat oldu. Şiirle uğraşıyordum. Bu arada benim önemli yapıtlarımdan birisi olan Yusuf ile Balaban’ı yazmaya başladım. O devrelerde böyle bir şiir çalışması yapacağım belliydi. Bir takım sıkıntılar başlamıştı ve şiirin ilk mısraları dökülmeye başladı.

"Ve zaman akar, zaman geçer.

Zaman zindan içinde..."

dizeleriyle başlayan şiir, kafamda şekillenmeye başladı. Ve sonuçta otuz şiirlik bir destanı, kısa bir müddet içinde, zannederim bir ay içinde bitirmiş oldum. “Destan” böylece tamamlanmış oldu. Ben de rahatlamıştım ama asıl iş bu parçaların dışarıya çıkarılmasıydı. Neticede o işi de başardım. Destan sağ salim dışarıya çıktı. Fakat daha sonra aynı titizlik Destan’ın saklanmasında gösterilemedi. Ve eser tamamen bugün elimden çıktı. Kayboldu. Bugün Destan’ın elimde kalan parçaları arasında sonradan, “Başlangıç”, “Uy Kirpi Kız Kirpi”, “Bu Balaban'ın Dünyadan Göçtüğüdür”, ve “Kirtim Kirt” adlı son bölüm kalmıştır.

Destan’ı birçok arkadaşım okumuştur. Dışarıda da okunmuştur. Elden ele geçtiğini de öğrendim hatta. Destan’ı Ahmed Arif de okumuştur.

Hapishanede günlük çalışmalarım arasında Fransızca da önemli bir yer tutardı. Orhan Suda ile o zaman aynı ranzada kalıyorduk. Bana dil bakımından çok yararları dokunmuştur. Orhan Suda ile her gün aynı ranzanın etrafında günümüzü geçirirdik. Ve çalışmalarımız bitince akşamları volta atardık. Böylece günler akıp geçti.

O zamanlar edebiyatla uğraşan Hilmi Akın, Arif Ünal (Ahmed Arif) ve ayrıca saz çalışmalarına devam eden Ruhi Su ve devlet tiyatrosundan şimdi rahmetli olmuş Ulvi Uraz ve Kemal Bekir gibi ünlü sanat adamları bulunuyordu. Şükran Kurdakul da o zamanlar tutulup getirilmişti. Sonuçta o da üç sene sekiz aya hüküm giydiği için cezasını geçirmeye çalıştı aynı hava içinde. Değerli bir gençti.

Süleyman Ege ile İstanbul sokaklarını, Beyazıt'ı karış karış her gün gezer dolaşırdık. Adnan Menderes'e karşı yürütülen miting ve gösterileri izlerdik. İşte tam bu sırada yani 28-29 Nisan’da, Beyazıt'ta bir takım gösteriler yapıldı. Aynı gün Turan Emeksiz öldürüldü. "Turan Emeksiz" adlı şiirim bu devrede yazılmıştır.

Bu gösteriler her gün devam ediyordu. Bizler de birkaç işçi arkadaşla sürekli Beyazıt meydanının etrafında dolanıp duruyorduk. Bir gün evimden alınarak götürüldüm. Olaylardan korkan eski yöneticiler ve Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı bir liste yapmış. Bu listede adım vardı. Tutuklandım. Kendi istediğimiz bir yere fakat sıkıyönetim dışında herhangi bir bölgeye gitmemi teklif ettiler. Ben o zaman, kendi memleketim diye ve bunca uzun süren hapislik ve sürgünden sonra biraz nefes alırım diye Erzincan'ı seçmiştim. Zaten Ankara, İstanbul ve İzmir dışında bir yer seçmem gerekiyordu. Böylece Erzincan'a gitmeye karar verdim. Uzun bir yolculuktan sonra Erzincan'a geldim. Birkaç günüm gözaltında tutularak geçti. Yollarda bir değişiklik olmadığı için, köyüme çok zahmetli gelebildim.

O zamanlar köyden birkaç kişi bu işten sevinmez göründülerse de, çoğunlukla kendi halkım tarafından gayet iyi karşılandım. 27 Mayıs Devrimi başladı. Köyün radyosundan devrimin yapıldığı ve Menderes'in yakalandığı okundu. Bundan sonradır ki, şuraya buraya sürülen arkadaşlar da özgürlüklerimize kavuştuk. Böylece ikinci sürgün de bitince hayat kavgasının içinde kaldık.

Eskiden beri tanıdığım Fethi Giray bir günlük gazete çıkarmaya başlayınca ben de iş için müracaat ettim. O zamanlar için küçük bir parayla gazetenin düzeltmenlik görevine başladım. Bu gazete küçük tirajlı bir reklam gazetesiydi. Bir ara İsmail Gençtürk isimli genç bir delikanlı da bize yardımcı olarak yanıma verildi. İsmail Gençtürk’ün, her haliyle bir memleket çocuğu olduğu belliydi. Biz onunla altı ay kadar beraber çalıştık. Nihayet gazete 1963 yılına doğru kapandı.

Bu arada bozulan sağlığımın tedavisi için kaplıcalara gittim. Haymana, Kızılcahamam ilçelerindeki kaplıcalardan şifa aradım. Gazete kapanınca yeniden işsiz kaldım. Pablo Neruda çevirilerini sürdürüyordum. Neruda, bilindiği gibi dünyanın en büyük şairlerinden birisidir. Şiirle uğraşmam dolayısıyla Neruda'ya eğilimim gün geçtikçe artıyordu. Neruda, çarpıcı ve büyük bir ozandır. Dünyayı ve insanları seven birisi. Başından da büyük olaylar geçmiştir. Gizli yaşadığı, sürgünde kaldığı yıllar olmuştur. Büyüklüğü biraz da buradan gelmektedir. Benim ona ilgim de bu bazı yakınlıklarımızdandır.

İstanbul'a gittim sonra. Büyük şehir... Daha önceleri de gitmiş olmama rağmen, İstanbul'u pek tanımıyordum. Yerleştim. Hatta Menekşe'den bir ev de tuttum. Birçok çalışmam olacaktı. Çevirileri de hızlandırmıştım. Ant dergisiyle de bir ara ilişkim oldu. Bir spor dergisinde de düzeltmen olarak çalışıyordum. Bu dönemde en önemli iş diyebileceğim çalışmam, Meydan Larousse’daki çalışmamdır. Bu işi bana Yaşar Kemâl bulmuştu. Yaşar Kemâl eski bir dostumdu. Çevresi de şimdi genişti. Bu iş beni çok rahatlattı.

Fakat bu iş kısa sürdü. Sakıncalılığımızdan dolayı dergiyle ilişiğimiz kesildi. Bu kararı o zaman bana derginin önemli bir yönetmeni olan Günay Akarsu isimli arkadaş tebliğ etti.

İstanbul'da çocuk yayınları yapan bir yayınevi vardı. Bu yayınevinin “Dünya Masal ve Efsaneleri” adlı bir dizisi vardı. Çin, Hint, Eski Mısır gibi dünya uluslarının masal efsane koleksiyonlarını çevirdim. Yedi, sekiz kitap tutuyordu. Basılmak üzere hazırlıklar yapılmıştı. Ekonomik sıkıntılar baş gösterince, kendi köyüme yerleşmem gerekti. İstanbul'a veda ederek kendi köyüme yerleştim. Kitapların basılıp basılmadığı konusunda bilgi alamıyordum. Sanırım bir kazık daha atılıyordu bana. Hayatım yediğim bu kazıklarla geçti.

Her yıl kış aylarında köyümde bulunuyordum. Yazları gezebileceğim zamanlarda dışarı çıkıyordum. Ankara, İstanbul gibi şehirlere geliyordum. Bu arada şiir üzerindeki çalışmalarım ve çevirilerim devam etti.

Ben sınıf edebiyatı yapıyorum. Türk halkının; hayatın her dönemde aktif olan, güzel olan, büyük olan bu halkın sanatını yapmaya çalışıyorum. Bence sanat her şeyden önce bu sınıfın yaşam kavgasındaki gücünü kudretini ortaya koymasındadır. 1940 yılına gelinen zamanlarda Türkiye'de çeşitli sanat görüşleri var olmuştur. Bilhassa endüalist sanat biçimine karşı ve toplumcu yanı olan cereyanlar bu devrede etkili olmuştur. Gayet tabi olarak bu toplumcu yanı kuvvetli olan akımın içindeydim. Ve hep içinde olacağım. Hani eski bir söz vardır, "İnsan nasıl yaşarsa öyle düşünür." Bu çok doğrudur. Yani düşüncesini, yani bilincini onun sosyal hayatı ve sosyal pratiği belirler. İnsana kendi çevresinde olan ilişkiler gene diyalektik bir bakışla açıklanabilir. Sanat ise daha karmaşık bir olaylar zinciridir. İyi, başarılı bir eseri meydana getirebilmek için önce sosyal bir içerik, sonra da estetik bir kılıf zorunludur. Sosyal içeriği ve estetik yönü kuvvetli eserler ancak başarılı olur. Ben büyük sanatçılarda bu içeriği ve estetik yanın kuvvetli olduğunu görmüşümdür. Örneğin, Nâzım'da ve Neruda'da bu sosyal ve estetik yönler bir bütün halinde ortaya konmuştur. Güzel ve kuvvetli olmak buradan gelmektedir.

Bir sanatçının doğru, devrimci bir yönde bir şeyler verebilmesi için pratik ve teori arasındaki iş birliğini daima göz önünde tutması gerekir. Dünyayı ve olayları ancak diyalektik metodun ışığında kavrayıp yorumlayabiliriz. Sanatla ve bilinçle duyarlık arasında tam bir uyum olmalıdır. Ne salt bilinç ne salt duyarlık, tek başına yeterli değildir. Bir sanat eserinden, devrimci sanattan söz ettiğimizde, devrimci bir görüş açısında hareket ediyoruz. Yani dünyamızı insanca yaşanacak bir hâle getirmek için şiiri ve sanatı sosyo politik bir mücadelenin tanımlayıcı araçları olarak görüyoruz.

Baştan bakıldığında asıl mesele, insanın görüşlerinde kararlı olmasını meydana getirir. Sadece namuslu olmak da yetmez. Sonuna kadar hem namuslu hem de sapına kadar bilinçli olmak şarttır. Gerçek sanatçı, pazarlıkların, küçük hesapların insanı değildir ve olamaz da…

Şimdi benim yapmak istediğim bir iş var: 951 Tevkifatını yazmak. Eğer sağlığım el verirse, ömrüm vefa ederse, 951 Tevkifatının destanını yazacağım. Bunun için kafamda bazı tasarılarım var. Eğer bu işi başarabilirsem çok mutlu olurum.

İyi bir sanatçı olmak için önce; kendini, halkını sevmesi gerekir bir insanın. Daha doğrusu bu halkın içinden, bu halkın en devrimci sınıfına bağlılık göstermesi, içtenlikle bunu yapmak şarttır.

Hayatı tüm yönleriyle seveceksiniz. İyilik kötülükleriyle, pisliğiyle, fakat seveceksiniz. Suyunu, dağını, toprağını, çevreyi de kendisi kadar her şeyini seveceksiniz. Bunu sevdiğiniz zaman, bunları yapıtlarınıza geçirebildiğiniz ölçüde büyük ve yol gösterici olacaksınız. Ben, Türk halkının içinden çıkmış, halkımızın özelliklerini yapıtlarımda yansıtmaya çalışan genç sanatçı arkadaşlarımı şimdiden kutlarım.”

***

Başaramadı Enver Gökçe. Yaşamı müsaade etmedi; çıkaramadı, yazamadı, yayımlayamadı 951 Tevkifatını. Bu yazıyı yani hayatını yazdığında 1980 yılıydı ya; 1 yıl daha yaşamasına müsaade etti kaderi. 19 Kasım 1981 tarihinde, garip bir Perşembe öğlesinde, Ankara'daki Seyranbağları Huzurevinde, henüz 61 yaşında aramızdan ayrıldı.

Şiirinde konuşma dili yalınlığı ile Nâzım Hikmet şiirinin birçok özelliğini görebileceğiniz şair. Diğer toplumcu şairlerden farklı olarak dikkatleri köylerdeki yoksulluğun boğduğu halkın üzerine çeken; çoğunlukla köy halkının problemlerini köye özgü bir anlatımla dile getiren, siyasi ve politik tercihlerini estetik endişenin önüne koyan ve kurulu düzeni lanetleyen söylemiyle propagandanın dar dünyasına düşen şair, yazar, çevirmen öldü 19 Kasım 1981’de, Ankara’da.

Bir koca şiar daha ayrıldı aramızdan.

Anısına, hayata karşı dik duruşuna ve muhteşem üretimlerine saygıyla…