DOLAR 32,4068 0.13%
EURO 34,8238 0.05%
ALTIN 2.402,010,23
BITCOIN 19299443,56%
Mersin
21°

HAFİF YAĞMUR

13:06

ÖĞLE'YE KALAN SÜRE


Charles Baudelaire
104 okunma

Charles Baudelaire

Baha Akıner.Charles Baudelair'i yazdı

ABONE OL
Şubat 22, 2024 19:19
Charles Baudelaire
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Öncelikle şunu belirteyim: Bu, benim için önemli bir dosya. Uzun zamandır yazmak istiyordum Charles Baudelaire’i…

Türk ve dünya şiirinde kendisinden etkilenmeyen şair hemen hemen yok! Bir ulu bilge. Hani otoriteler “Şairlerin Tanrısı” derler ya; Fransız şair, deneme yazarı ve sanat eleştirmeni. Edgar Allan Poe’nun eserlerini çeviren öncü sanatçı. 1848’de Fransız Devrimi’nde devrimcilerin yanında yer alan şair…

Charles Baudelaire…

***

Acı vardı hep hayatında. (Öyle olmalı zaten değil mi ama?) Eksik kalan zamanlarda dâhi, kendine yine, yeniden acılar yaratıp bunu şiirlere döken şair, 9 Nisan 1821’de, Paris’te doğar. Altı yaşındayken babasını kaybeder. Henüz 7 yaşındayken de; annesi, sonrasında generalliğe kadar yükselecek olan Binbaşı Aupick’le evlenir…

Kimi yazarlar, düşünürler tarafından “Oidipus Kompleksi”yle açıklanacak olan ensest bir aşk olarak değerlendirilen annesine karşı duyduğu sevgiye engel olarak gördüğü üvey babasından nefret edecektir…

Öyle ki, “Bir devrim olsa da General Aupick’i kurşuna dizsek!” dizeleri vardır bir şiirinde. Psikolojisinde de derin izler bırakan bu olay nedeniyle genel anlamıyla mutsuz bir çocukluk geçirecektir…

Ortaöğrenimi sırasında daha sonraki tüm yaşamını belirleyecek olan şiirle tanışır. Disiplinsizlik nedeniyle liseden atılır. Okuldaki uyumsuzluğunda eşcinsel olmamasına rağmen, olduğuna yönelik dedikoduların da etkisi büyüktür…

Paris’e ailesiyle dönünce dışardan girdiği sınavlarla liseyi bitirir. Kendisine göre ‘büyük kentin karanlığını farkına varmaya başladığı’ bu yıllarda ilk dizelerini kaleme alır…

1839’da okuduğu okuldan disiplinsizlik yüzünden atılır. Hukuk öğrenimi görmeye zorlanan Baudelaire, buna başkaldırarak Quartier Latin’de bohem bir hayatı seçer. Burada frengiye yakalanır…

20 yaşında Hindistan’a gider. Edebiyat ve haz tutkunu Baudelaire için bu serüven kısa sürecektir. Başyapıtı Kötülük Çiçekleri’nin ilk parçasını bu sırada yazdığı bilinmektedir…

1842 yılında Güneydoğu Afrika kıyılarında ani bir kararla yolculuk etmekte olduğu gemiden inip Paris’e döner. Burada hayatında önemli bir rol oynayan ve pek çok şiirinin ilham kaynağı olan, ileride kendisi için büyük mutsuzluk kaynağı olacak melez bir kadınla, Haitili dansçı ve aktris Jeanne Duval ile tanışır ve aşk yaşamaya başlar. “Kara Venüs” adını verdiği erotik ilk dönem şiirlerinin ilham kaynağı, Jeanne Duval’dir…

“Soyunmuştu bir tanem, tek kalan şey teninde:

Göz alıcı takılar, çünkü beni tanırdı.

Üstünde kölelerin özgürlük günlerinde;

Taşıdığı alnı dik, fatih havası vardı…

Takıların alaycı sesinde raks ederken,

Madenler ve taşlarla ışıklanan şu dünya

Coşturur yüreğimi, dehşetli düşkünüm ben;

Sesin ışıkla hemhal olduğu eşyalara…

Bırakmıştı kendini koynuna sevgilerin,

Süzüyordu divandan o gülen bakışları;

Bir deniz kadar tatlı, bir deniz kadar derin,

Kıyıya çarpar gibi ona vuran aşkımı…”

***

Şiirinin temalarını, imge kuruluşunu, biçemini ve bununla birlikte yaşamını derinden etkileyecek olan uyuşturucu bağımlılığı esasen bu dönemin ürünüdür. Bir yandan da resim ve müzik üzerine kaleme aldığı güçlü irdeleme ve eleştiri yazılarıyla eleştirmen olarak da öne çıkar…

1845’te içine düştüğü borç batağı ve sıkıntılar nedeniyle intihar girişiminde bulunur. 1848’de yeteneğini büyüleyici, işlediği temaları kâhinsel bulduğu ABD’li yazar Edgar Allen Poe’yu Fransızca’ya çevirir ve yayımlar. Kötülük Çiçekleri’nin kitaba dönüşecek hacimdeki ilk el yazmalarını da bu dönemde kaleme alır…

Kötülük Çiçekleri, 1857 yılında kitap olarak yayımlanır. Genel ahlâk kurallarına aykırı görülerek mahkemeye sevk edilen kitabın içindeki altı şiir yasaklanır. Yazarın ve yayımcının ayrı ayrı para cezasına çarptırılmasına da neden olan 100 şiirlik bu ilk baskı çeşitli yankılar yaratmakla birlikte, kitabın önemi çok sonraları anlaşılır…

***

“Sıcak bir güz akşamı, gözümü kapayarak,

Ne vakit o ateşli göğsünü koklasam ben;

Mutlu kıyılar geçer gözlerimin önünden,

Tekdüze bir güneşle göz alıcı ve parlak…”

Baudelaire, hayatına giren kadınlardan hep çok etkilenmiş, onlar için en güzel şiirlerini kaleme almıştır. Salt güzelliğe hayrandır Baudelaire, güzelliği en büyük erdemlerden biri saymış ve ona övgüler düzmüştür…

1850’de tanıştığı Madame Sabatier’e duyduğu platonik aşk; imzasız aşk şiirleri, imzasız aşk mektupları göndermesine neden olur. Aşkına karşılık aldığı gecenin ertesinde büyü bozulur ve şair için artık o da herhangi bir kadındır. Harmonie du Soir, Le Flacon, Réversibilité, Confession, Madame Sabatier için yazılmış şiirlerden sadece birkaçıdır…

“İşte tıpkı bunun gibi meleğim,

Şehvet saati çalınca bir gece;

Sokulup alçakça, gürültüsüzce,

Hazinene tırmanmak tüm dileğim…

Tüm dileğim yırtıp cezalandırmak,

Bağışlanmış velûd göğsünü senin.

Üzerinde o neşeli teninin;

Geniş, büyük, derin bir yara açmak…”

***

Dedim ya: Frengi hastalığına yakalanmıştır diye. Bir şaire, şiir yazmak için hangi hastalık engel olmuş ki. Yazmaya devam eder yine. Fakat bunu artık afyon ve geyikotu gibi uyuşturucu maddeler kullanarak gerçekleştirebilecektir…

Şiir uğraşından kayda değer ve sürekli bir gelir elde edemeyen Baudelaire, borçlarını ödeyebilecek para kaynağı arayışıyla 1865’te Belçika’ya gider ama sonuç alamaz. Bir yıl sonra, tedavi gördüğü sağlık evinden, bedenini yıllardır tahrip eden frenginin yol açtığı kısmi felçle, konuşma yetisini yitirmiş olarak Paris’e götürülür…

Henüz 46 yaşında, 31 Ağustos 1867 Cumartesi günü, bir otel odasında, yıllardır küs yaşadığı annesinin kollarında yaşama veda eder…

“Derdim: Yeter, sakin ol, dinlen biraz artık.

Akşam olsa diyordun, işte oldu akşam.

Siyah örtülere sardı şehri karanlık;

Kimine huzur iner gökten, kimine gam…

Bırak, şehrin iğrenç kalabalığı gitsin.

Yesin kamçısını hazzın sefil cümbüşte.

Toplasın acı meyvesini nedametin;

Sen gel, derdim, ver elini bana, gel şöyle…”

***

Vefatına yine geleceğiz de biraz Baudelaire’den bahsedelim isterseniz şiir yürekli dostlar. Ne dersiniz?

Baudelaire için yazma eylemi; bir bakıma, sokakta yürümekle eşanlamlıdır. “Sözcüklere parke taşlarına basar gibi bastığını, nicedir düşlediği uyaklara sokak fenerlerine çarpar gibi takıldığını” yazar bir şiirinde. Şiir yazmayı, bir eskrim oyuncusunun hareketlerine benzetir. Hep dışarıda, sokakta, aylakça dolaşabileceği yerlerdedir…

Yaşamı boyunca ne bir kitaplığı olur Baudelaire’in ne de kendini dışarıdan, kentin uğultusundan, kalabalıktan soyutlayabileceği bir çalışma odası. Kahvelere, otellere, geçici mekânlara sığınır hep. Ve yalnızlığını, kimsesizliğini bu mekânlarda daha derinden duyumsar…

Sonunda Brüksel’de bulunan o meşhur Büyük Ayna Oteli’ne demir atıp orada bilincini ve konuşma yetisini yitirir 46 yaşında ve kahrolarak…

***

Uzun yıllar Charles Baudelaire’in hayatı ve çalışmaları konusunda araştırmalar yapan Fransız akademisyen Claude Pichois, şairin son günlerini yaşadığı mekânı şöyle anlatır:

“Baudelaire’e, arka avluya bakan, ikinci kattaki 39 numaralı oda verilmişti. Cilalanıp parlatılmış, dar ve dik bir merdivenden yukarı katlara çıkılıyordu. Daha ilk bakışta odanın yoksulluğu göze çarpıyordu. Yeşil bir örtüyle kaplı yatak, maun taklidiydi. Yanında dolap, konsol ve kadifeleri yıpranmış bir kanepe ile koltuk sıralanmıştı. İki tane de sandalye vardı. Yerdeki küçük halının rengi çoktan atmıştı. Şöminenin üzerinde duvar saati yoktu, onun yerine bir abajur konulmuştu. Sıvası yer yer dökülmüş duvara bir masa dayalıydı…

Paris’te bulvarları, pasajları, kahveleri dolduran kalabalığın içinde suda balık gibiydi Baudelaire, oysa bu dar otel odasında kendini kafese kapatılmış gibi duyumsuyordu. Bir bakıma, kendini cezalandırdığını da söyleyebiliriz…

O’na göre; bir yargıç, çoğu kez de eli kırbaçlı bir kadındı hayat. Onu aşağıya, hep aşağıya, kendi uçurumuna doğru çekiyor, şeytanla işbirliğine zorluyordu. Paris’te tanımadığı çehrelerin, anonim insanların arasında kaybolmak kolaydı. Bu bağlamda, sonradan çağdaş edebiyatın en önemli izleklerinden biri olacak ‘kent yalnızlığı’nın, Sait Faik’in o eşsiz deyişiyle ‘kavun acısı yalnızlık’ın öncüsüdür Baudelaire…

“Yoldan Geçen Kadın” adlı şiirinde sokakta bir an göz göze geldiği, bir kez daha karşılaşmayacaklarını bildiği bu ‘heykel bacaklı’, ‘uzun, ince ve soylu’ genç kadına duyduğu cinsel arzuyu şöyle dile getirir mesela:

“Nereye kaçıp gidiyorsun böyle?

Gerçi sen de bilmiyorsun ya benim nereye gittiğimi!”

Oysa, ancak bu kadını sevebilirdi, ne esmer tenini koklamaya doyamadığı Jeanne Duval’i ne de bir geceleğine sahip olup hemen uzaklaştığı, şiirinin esin perilerinden Madam Sabatier’yi gerçekten sevebilmişti…

Kadınlarla ilişkisinde bir düşüşü, pisliği, kötülüğü aramıştı hep. Sonradan şiirlerine girecek “Korkunç Yahudi”den frengi mikrobunu bilerek kapmıştı. Çoğu kez soyunmadan, hatta eldivenlerini bile çıkarmadan sevişmişti onlarla. Ama bir daha karşılaşmayacağını bildiği bu kadını sevebilir, O’na âşık olabilirdi…”

***

Trajik ölümünden birkaç yıl sonra Arthur Rimbaud tarafından ‘Şairlerin Tanrısı’ ilan edilen Baudelaire’in “Kötülük Çiçekleri” adlı başyapıtı ise sadece 20. yüzyılın ilk yarısında 250’yi aşkın özgün çalışmaya konu olmuş, insanın acı deneyimi ve insanlık bilgisinin kanla hayat bulmuş özü ve gerçeğin en üstün biçimi olan söz gerçekliğinin yüzünü en iyi gösterdiği bir kutsal kitap olarak tanımlanmıştır…

***

Bir de düzyazıları vardı Baudelaire’in. Bu konuya değinmeden olur mu?

“Sakin sakin ekmeğimi keserken bir gürültü duyup gözlerimi kaldırdım. Önümde, giysileri yırtık pırtık, kara, vahşi olduğu kadar biraz da yalvaran çukur gözlerle, elimdeki ekmeğe yutarcasına bakan küçük bir varlık vardı. İçini çeke çeke, usul ve boğuk bir sesle pasta dediğini işittim. Oldukça beyaz sayılan ekmeğimi çocuğun bu isimle onurlandırması karşısında gülmekten kendimi alamadım ve onun için de hatırı sayılır bir dilim kesip uzattım. Gözleri hep o dilimin üstünde, yavaşça yaklaştı ve sonra, onu kandırmamdan ya da pişman olup vazgeçmemden korkar gibi ekmeği kapar kapmaz geriledi. Ama aynı anda, bilmem nerden, ikiz kardeşiymişcesine ona benzeyen bir başka yaramaz vahşi yumurcak daha ortaya çıkıp ötekini devirdi. Değerli avın tamamına sahip olmak için topraklarda yuvarlanıp kavga etmeye başladılar, hiçbiri bölüşmeye yanaşmıyordu ekmeği…”

Baudelaire’in düzyazıları da ancak ölümünden sonra kitaplaştırılmıştır. Düzyazılarında, edebiyattan çok yaşama bakışını bulmak mümkündür…

Baudelaire’in 1862’de tamamladığı, ancak ölümünden iki yıl sonra yayımlanan “Paris Sıkıntısı” ise yaklaşık 150 yıldır, düzyazı şiirin dünya edebiyatındaki anıt yapıtlarından biri sayılır. Dilerseniz bu kitabın 80. sayfasında yer alan “Sarhoş Olun” adlı düzyazı şiiri hep birlikte okuyalım:

“Her zaman sarhoş olmalı. Her şey bunda: Tek sorun bu. Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken Zaman’ın korkunç ağırlığını duymamak için durmamacasına sarhoş olmalısınız.

Ama neyle? Şarapla, şiirle, ya da erdemle, nasıl isterseniz. Ama sarhoş olun.

Ve bazı bazı, bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üzerinde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız, sorun, yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun. “Saat kaç?” deyin; yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir yanıtı size: ‘Sarhoş olma saatidir!

Zamanın inim inim inletilen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle, ya da erdemle, nasıl isterseniz…”

***

Gençliğinde Romantizm akımına yakın olan Baudelaire, daha sonra Sembolizme kaymıştır. Ancak yine de Baudelaire’in şiirlerini kesin olarak bir akıma bağlamak zordur. Yaşadığı dönemde, bu akımların çok keskin çizgilerle birbirinden ayrıldığını düşünürsek, Baudelaire kadar özgün olabilmenin o dönem için ne kadar zor olduğunu görebiliriz…

“Gözlerim kapalı, bir sonbahar akşamında;

Sıcak göğsünün kokusunu içime çeker,

Dalarım; gözlerimden mesut kıyılar geçer,

Hep aynı günün ateşi vurur sularına…”

***

Charles Baudelaire, düşünceleri ve sanatıyla kendinden sonraki nesilleri en çok etkileyen şairlerin başında gelir. Yazımın başında da belirttiğim gibi şaşırtıcı derecede yoğunlukla, Türk ve Dünya Edebiyatı’nı en çok etkileyen yazar da yine Baudelaire’dir…

Yahya Kemal’in “Gelmiş geçmiş şairlerin en büyüğü” dediği Baudelaire; Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl, Orhan Veli Kanık, Cahit Sıtkı Tarancı, Şükran Kurdakul, Ahmet Muhip Dıranas, Hilmi Yavuz, Sabri Esat Siyavuşgil, Erdoğan Alkan gibi aklıma hemen gelen birçok şairimizi etkilemiştir…

Bu etkileşim o denli fazladır ki, bu şairlerimizin kimi mısraları Baudelaire’den bire bir tercüme gibidir…

Türk edebiyatında birçok şair, çevirmen ve edebiyat araştırmacısı; Baudelaire üzerine önemli çalışmalar, araştırmalar yapmış ve eserlerini dilimize çevirmişlerdir…

Baudelaire okuyarak daha da yetkinleşen şair ve yazarlarımız, aslında bir anlamda Türk edebiyatındaki müzikaliteyi başlatırlar. Tanpınar‘ın deyişiyle, “Şiirde musiki aşkı, onunla, rekabet arzu ve ihtirası Baudelaire ile başlar…”

Tanpınar‘ın bu etkilenişi yalnızca edebiyat tarihçileri, eleştirmenler ve nitelikli okuyucular için bir farkındalık değildir üstelik. Tanpınar da şairden etkilenişini şu cümlelerle açıklar: Bende asıl büyük tesir Fransız şiirinden ve bu tesirin Baudelaire-Mallarme-Valery kolundan gelir. Baudelaire’in ve Stephane Mallerme’nin büyüklükleri burada; sanatı alelade bir iş yahut hülya olarak değil, müspet ve şuurlu bir şey olarak kabul etmelerindedir…

***

Ahmet Muhip Dıranas‘ın Baudelaire etkilenmesi; şiirlerinde azap, pişmanlık gibi duyguları işlerken olmuştur…

Cahit Sıtkı Tarancı ‘en çok sevdiği şair’ olarak belirttiği Baudelaire için, “Baudelaire elinde tuttuğu canlı meşale ile bana tutacağım, tutmam gereken yolu gösterdi. Baudelaire, bana suyun dibine inmeyi öğretti. İçimle dışım arasındaki farkı Les Fleurs du Mal’ı okuduktan sonra anladım. Baudelaire bana kendi kendimi buldurttu, ve ben hayatımı, Baudelaire’i okuduktan önce, Baudelaire’i okuduktan sonra diye iki bölüme ayırmaktayım” der…

Herkesin muhakkak ki bir yerde denk geldiği Cahit Sıtkı‘nın dizeleri olan, “Haydi Abbas vakit tamam / Akşam diyordun işte oldu akşam” şiirinden önce Baudelaire şu dizeleri yazmıştır: “Uslu dur ey hüznüm, daha sakin ol / Akşam diyordun, işte oluyor akşam…”

Baudelaire’in birçok şiirini ve kitabını çeviren Hilmi Yavuz ise “Necatigil’in şiirinden bir yol Galib’e ve Yunus’a gider, bir yol ise Rilke ve Trakl’a. Yahya Kemal, bir yanıyla Galib’e ve Nedim’e gider, bir yanıyla da Baudelaire’e. Haşim, bir yanıyla Şeyh Galib, öbür yanıyla Fransız sembolistidir. Asaf Halet Çelebi’nin ise bir yanı sürrealistlere gider, bir yanı ise Tasavvuf, Buda ve Mevlâna’ya.” diyerek Yahya Kemal’in Baudelaire’e olan etkileşiminden bahseder…

***

Ve sıra dışı bir sevgi, sıra dışı karmakarışık bir ilişki…

Baudelaire, annesi Caroline’le sevgiyle nefretin birbirine karıştığı bir ilişki yaşamıştır. Yaşam boyu annesinden hep borç istemiş ve çoğu zaman da reddedilmiştir. Hatta annesi, parasını doğru kullanamadığı gerekçesiyle oğlunu mahkemeye bile verir. Beyaz tenli kadınlar annesini hatırlattığı ve ensest bir beraberliği düşündürdüğü için; Baudelaire, beyaz tenli kadınlarla birlikte olamaz ve sevgililerini hep siyah kadınlardan seçer…

Dedim ya: Annesine sevgisi, sevgi ile nefretin birbirine karıştığı bir ilişkiydi diye. Buyurun sevgisini belirttiği “Balkon” adlı şiiri:

“Hatıralar annesi, sevgililer sultanı.

Ey beni şâdeden yâr, ey tapındığım kadın.

Ocak başında seviştiğimiz o zamanı,

O canım akşamları elbette hatırlarsın…

Hatıralar annesi, sevgililer sultanı.

O akşamlar, kömür aleviyle aydınlanan.

Ya pembe buğulu akşamlar, balkonda geçen;

Başım göğsünde, ne severdin beni o zaman.

Ne söylediysek çoğu ölmeyecek şeylerden.

O akşamlar, kömür aleviyle aydınlanan…

Ne güzeldir güneşler sıcak yaz akşamları.

Kâinat ne derindir, kalp ne kudretle çarpar.

Üstüne eğilirken ey aşkımın pınarı,

Sanırdım ciğerimde kanının kokusu var…

Ne güzeldir güneşler sıcak yaz akşamları.

Kalınlaşan bir duvardı aramızda gece.

Seçerdim o karanlıkta gözbebeklerini;

Mest olur, mahvolurdum nefesini içtikçe…

Bana vergi o tatlı demleri hatırlamak.

Yeniden yaşadığım, dizlerinin dibinde

O “mestinâz” güzelliğini boştur aramak.

Sevgili vücudundan kalbinden başka yerde,

Bana vergi o tatlı demleri hatırlamak…

O yeminler, kokular, sonu gelmez öpüşler.

Dipsiz bir uçurumdan tekrar doğacak mıdır?

Nasıl yükselirse göğe taptaze güneşler.

Güneşler ki en derin denizlerde yıkanır.

O yeminler, kokular, sonu gelmez öpüşler…”

***

Kimi zaman da yazdığı mektupla itiraflarda bulunur annesine, “Benim sevgili anacığım. Her defasında sana durumumu açıklamak için kaleme sarılıyorum, korkuyorum. Seni öldürmekten, narin vücudunu yok etmekten korkuyorum. Ve ben; durmaksızın, seni şüphelendirmesem bile sürekli intiharın eşiğindeyim. Biliyorum ki, beni büyük bir aşkla seviyorsun. Kör bir zihne ve sağlam bir karaktere sahipsin. Ben, seni tüm çocukluğumda büyük bir aşkla sevdim. Sonrasında; yaptığın haksızlıkların etkisiyle, hani annenin çocuğuna adaletsiz davranması çocukta saygısız davranışlara sebebiyet verir ya, işte ben de sana karşı saygımdan öyle yoksun kaldım. Bu olaylara karşı sessiz kalmama ve alışkanlıklarıma rağmen sık sık pişmanlıklar yaşadım. Artık nankör ve agresif bir çocuk değilim… 6 Mayıs 1861… Biriciğin…”

***

Sahi; 1848 Devrimi patlak verdiğinde eline geçirdiği bir tüfekle barikatlara tırmanıp, “Haydi arkadaşlar, General Aupick’i kurşuna dizelim!” diye bağıran da O’ydu ya; çok küçük yaşta yatılı okula gönderilip, daha sonraları ise sorumsuz ve başına buyruk bir yaşam tarzını benimsediği, afyon çekip aşırı dozda apsent içtiği, sokak kadınlarıyla düşüp kalktığı, bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de erotik şiirler karaladığı için ailesinden dışlanan da O…

Babasından kalan serveti har vurup harman savurmaya başlar başlamaz, babalığı General duruma el koymuş, Madrid’e büyükelçi atanmadan önce bir noter kararıyla üvey oğlu Charles Baudelaire’in elini kolunu bağlamıştı…

Genç şair annesiyle parklarda, müzelerde, kahvelerde görüşebiliyordu ancak. Madam Aupick’in kulağına, bir oğulun annesine söyleyebileceği en güzel, en tatlı sözleri, yakınmaları, bitmek tükenmek bilmeyen çocukça şikâyetleri ancak dışarıda fısıldayabiliyordu, dayalı döşeli evlerinde değil. O’nunla, kocasını aldatan bir kadınmış gibi, ya kuytuda ya da kalabalığın içinde eriyip kaybolabilecekleri yerlerde buluşuyordu…

Evet, sokaklarda sürtmeyip de ne yapacaktı Baudelaire; Paris’in hatırı sayılır genelevlerinden, çatı katlarından, otel odalarından dışarıya adım attığında kentin kalabalığına, bohem yaşamına karışmayıp da İmparatorluk Fransa’sının en tutucu, en burjuva çevreleriyle sanat sorunlarını mı tartışacaktı?

Kariyerini senatoda tamamlayan General Aupick’in salon arkadaşlarına mı okuyacaktı ‘ahlâksız’ şiirlerini?

Yine de, annesine yazdığı sayısız mektuplardan birinde, her zamanki gibi yalnızlık ve parasızlıktan değil, evsizlikten de şöyle yakınıyordu: Son bir ayda altı kez taşınmak zorunda kaldım. Otel odalarında, pireli yataklarda sürünüp durdum. Şu anda başımı sokacak bir yerim bile yok. Kitaplarımın yere saçıldığı bu eşyasız deliğe ev demeye bin şahit ister…

***

Alman filozof, edebiyat eleştirmeni, kültür tarihçisi ve estetik kuramcısı Walter Benjamin, Baudelaire üzerine yazdığı ünlü denemesinde; şairin 1842-1858 yılları arasında tam on dört adres değiştirdiğini, uyuduğu yatakların giderek ‘gelişigüzel, rastlantısal’ olduğunu yazıyor…

Gerçi bir süre önce annesi oğlunu onlarla birlikte yaşaması için ikna etmiş, Charles eve dönmüştür ama döner dönmez de üvey babasının ağına düşmüş, General Aupick’in istediği gibi bir ‘Mösyö’ olamayacağını artık iyice anlamıştır…

Bir veda mektubu yazarak terk eder ailesini…

Annesinden kitaplarını, ayakkabılarını, terliklerini ve en önemlisi de ‘iki siyah kravatını’ Hôtel Dunkerque. 22 Rue Laffite’e göndermesini ister…

Bir başka mektubunda da, meşrebine uygun bir ev aramaktan yorgun düştüğünü, sıkıntı ve açlıktan ve bir de parasızlıktan; önüne çıkan ilk otelde bir oda tutup uykuya daldığını, bir daha da oradan ayrılamadığını yazar. Baudelaire’in meskeni, ömrünün sonuna dek oteller olacaktır artık…

***

Yaşamı; yersiz, yurtsuz otellerde geçer Charles Baudelaire’in. Parasızlıktan ve borçlarından, alacaklılarından kaçmak için neredeyse haftada bir; bir yerden bir yere taşınır…

Her gün en az iki saatini giyim ve kuşamına ayıran ve tuvaletine son derece düşkün olan Baudelaire; yine bir otel odasında, 31 Ağustos 1867’de, annesinin kollarında, Paris’te, tam da “Yaş otuz beş, yolun yarısı eder. Dante gibi ortasındayız ömrün” deyip de sanki 70 yıl yaşayacakmış gibi 46’sında giden Cahit Sıtkı gibi 46’sında hayata veda eder…

“Ey Ölüm, koca kaptan! Bu kent sıkıyor artık.

Vakit tamam ey Ölüm, açalım yelkeni biz!

Olsa da katran gibi gökle deniz karanlık,

Doludur ışıklarla o bildiğin kalbimiz!..”

“Vakit tamam!” der de, bu dünyadaki çilesini doldurur…

Paris Cimetière du Montparnasse’da yatar şimdi ebedi istirahatgâhında. Anısına ve muhteşem üretimlerine saygıyla..

En az 10 karakter gerekli


HIZLI YORUM YAP

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.