“kimi sevsem sensin / hayret
senden nedense vazgeçilemiyor…
kimi sevsem sensin / senden ibaret
hepsini senin adınla çağırıyorum
arkamdan şımarık gülüşüyorlar
getirdikleri yağmur / sende unuttuğum
hani o sımsıcak iri çekirdekli
senin gibi vahşi öpüşüyorlar…
kimi sevsem sensin / hayret
in misin cin misin anlamıyorum…”
demiş ya Attilâ İlhan, “Kimi Sevsem Sensin” adlı şiirinde…
Usta, bu ne derinlik böyle?
***
En güzel şiirlerini hayâli kadınlara yazar. Vapurda, sokakta, ya da aforizmalarında karşılaştığı kadınlara bir de…
Hep aklının ucundadır ya, şiirsel başkentidir zihninin, en güzel şiirlerini İstanbul’a yazar. Haliç’e, Maçka’ya, Fatih’e, Emirgan’a, Yeşilköy’e; İstanbul’un hemen hemen her semtine…
Ve İzmir, kendi ifadesiyle “İzmir’i”…
Beni çağırıyor yine bugünlerde yoğun bir şekilde. Öyle özledim ki doğduğum toprakları, memleketimi…
Attilâ İlhan’ın düşünsel başkenti…
“941’de İzmir, bela çiçeği
sahil boyu karanlık
sevdalı bulutların hali
yağmur da ne kadar tembel yağıyor
kendimizi akan suya bıraktık
serseriler misali…
941’de İzmir
İzmir şehrinin ışıkları yanıyor
çıktı şair namzedi Attilâ İlhan
çıktı yelken gibi sokaktan
Banyolar’a doğru şöyle uzanıyor
bir cebinde kiralık ihtiyar bir kitap
bir cebinde kehribar kuru üzüm ve incir
sahilde iki ahbap…
kardeşim ihsan Ahmed
İzmir şehri yağmurlu bir şehirdir
yağmur çilerken çocuk gibi içlenir
yum gözlerini hele bir tahayyül et
hani – gam içre perişan – yıldızlar gökte
hani her akşam Bostanlı’dan öte…
kardeşim Cemşid hun
hoş geldin hayırlı akşamlar
gözlerinden mi yaktın söyle cigaranı
tütün değil ya dünyalar dağıtamaz efkârını
hem sabahtan çarşıda yoktun
ekmek alabildin mi fırından
yine galiba kıyamet kopmuş
yine pîr aşkına kırılmış camlar…
941’de İzmir
her şey nasıl geçmiş nasıl kaybolmuş
rüyada gibi hiç farkına varmadan
şimdi ben buradayım sen İzmir’de o Bağdat’ta
ve daha başımızdan neler geçer kim bilir
kim bilir kardeşim hayatta…”
***
Hayâli ve gerçek kadınlarının, düşünsel ve şiirsel başkentlerinin toplamıdır Attilâ İlhan şiiri…
“Ne kadınlar sevdim zaten yoktular!” ya da “Hiç kimse misin bilmem ki nesin?” dediği kadınlardır, hayâl ile gerçeğin iç içe geçtiği…
“Ben sana mecburum bilemezsin”,
“Aysel git başımdan ben sana göre değilim”,
“Vurdun kanıma girdin itirazım var”,
“Belki gelmem gelemem beş dakika bekle git”,
“Çünkü ayrılık da sevdaya dahil, çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili”,
“Kimi sevsem sensin/ hayret”
gibi bin yıllardır süregelen evrende çokça kullanılan bu kadar basit kelimelerle bakire ve olabildiğince derin dizeleri bizlerle buluşturan, bizlerle buluşturmakla kalmayıp şiirsel dimağımızla tanıştırıp seviştiren şair Attilâ İlhan; henüz 24 yaşında üniversite 2. sınıftayken, 1949 yılında ilk kez Paris’e gider…
Sanatı ve şiiri derinden etkilenir. Fransız toplumu ve orada bulunduğu çevreye ilişkin gözlemleri, daha sonraki eserlerinde yer alan birçok karakter ve olaya temel oluşturur…
1951 yılında Gerçek Gazetesi’nde bir yazısından dolayı kovuşturmaya uğrayınca Paris’e tekrar gider ve 1950’li yılları İstanbul – İzmir – Paris üçgeni içerisinde geçirir...
Bu da başlı başına bir yazı konusudur ya; Paris’te, dedeleri Yozgatlı olan, Ermeni asıllı Fransız Maria Missakian ile tanışır…
Attilâ İlhan Türkiye’ye dönmek zorunda kalınca, Missakian’ı da getirmek ister, ancak pasaportu olmadığı için getiremez…
Önce yoğun bir şekilde, hasretle mektuplaşmaya başlarlar. Ardından zamanla mektuplar seyrekleşir…
Daha sonra Maria’nın bir müzisyenle evlenip çocukları olduğunu, mutsuzluktan alkolik olduğunu öğrenir. “Yağmur Kaçağı” şiir kitabının içindeki, kendisini de olayın kahramanı olarak dahil ettiği “Maria Missakian” şiirinin sayfasını imzalayıp O’na gönderir…
Bu aralarındaki son mektup olur…
Gelin, bu konuyu Attilâ İlhan’ın kendi ifadeleriyle dinleyelim:
“Maria gelemedi… İstediğinden veya istemediğimden değil… Akla gelmez sebeplerden…
Paris’teki “Taşnaksutyun Ermeni Komitası”nın elebaşlarından, komitanın organı Hayistan gazetesinin sorumlularından Savarış Misakyan diye biri vardı. Uzaktan bilmem nesi olurmuş, gayet karanlık bir adam, Türk düşmanı…
İşi hem onun yönünden karıştırdı, hem benim yönümden; istemeye istemeye koptuk!..
Yıllarca sonra dostu Mırç memlekete döneceği sırada gitmiş O’nu aramış bulmuş, karşılaşır karşılaşmaz, “Maria’nın selamı var” dedi…
“Hayırsız bir müzisyenle evli, iki de çocuğu olmuş. Biraz fazlaca içiyor. seni konuşurken gizlice ağladı..”
Ara sıra resmine bakmak gelir içimden, albümden arar bulurum. Resimlerin bir iyiliği de insanları hep öyle genç saklamaları mı?”
***
Maria Missakian
yüksekkaldırım’da bir akşam
maria missakian’ı düşündüm
eğer kendimi bıraksam
yağmur olabilirdim yağardım…
kasım’da bir çınar olurdum
yaprak yaprak dökülürdüm
kalbimi sıkı tutmasam
döküp saçıp boşaltsam
içimde yükselen şiiri
kaldırımlara döküp harcasam
gözleri balıkçıl gözleri
dudaklarında tutup rüzgarı
maria missakian adında biri
gelse göğsüne kapansam…
gece gölgesine sokulsam
gökyüzünde bulutlar büyüseler
yağmuru dinlesem anlatsam
şimşekler kırılıp dökülseler
bizi sokoklarda bıraksalar
leylekler üşüyüp gitseler
dönüp arkalarına bakmadan…
yine akşam oldu attilâ ilhan
üstelik yalnızsın sonbaharın yabancısı
belki paris’te maria missakian
avuçlarında bir çarmıh acısı
gizlice bir sefalet gecesi
çocuğunu boğarmış gibi boğup paris’i
sana kaçmayı tasarlar her akşam…
***
Bu bir “Pazar Edebiyat” yazısıdır dostlar. İlgilileri tarafından okuna… İçinde biraz İstanbul, biraz İzmir ve Paris; çok’ça Attilâ İlhan, hasret, Aşk ve Şiir var. Haaaa, bir de kavuşamadığı Maria Missakian…
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.